İyi öykülerle karşı karşıyayız, sondan başlıyorum ki Stamm’ın pata küte kurduğu tek karakteri görelim, sonra daha bütünlüklü diğer öyküleriyle devam edelim. “Tarlalara Çıkmak Gerek…” aslında bir ressamla ilgili olsa da sanatla uğraşan herkes bir şeyler yontabilir kendine, dünyayı nesne üzerinde öznel bir şekilde kurmanın incelikleri okunası. En gürültülü öyküsü bu Stamm’ın, diğer öykülerinde usul usul inşa ettiği yapıyı bu öyküde bodoslamadan kuruyor. Anlatıcı ikinci tekil şahsın kişiliğini inşa ediyor yavaşça, ressamın ansızın ortaya çıkışından sonra anlatının zamanından geçmişe gidip geleceğiz. Önce Trouville’deki manzara, ressam dar patikada yürüyüp yeni hasat edilmiş tarlalardan geçiyor ve resmedeceği manzaranın karşısına dikiliyor. Mücadele başlıyor, gölgeleri yakalamak ve sabit doğanın renklerini aktarmak zor iş. Önce eskizler tabii, ressam sayısız eskiz çizse de pek azını tuvale aktarabiliyor. Çalışmaya dalmışken ortaya çıkan bir çocuk neden resim yaptığını soracak, bu soruyla birlikte sanat için harcanmış yaşamın muhasebesi başlayacak. “Bunu neden yapıyorsunuz Mösyö?” soruların en zoru, insanın kendine sormaması gereken sorulardan biri. Bir çift el ve göz olabilmek için yapılanı sorgulamamak, en azından en başta akla getirmemek ve çalışmaya devam etmek gerek, bir süre sonra o ruhani odaklanma ortaya çıkınca bütün düşünceler ortadan kaybolup trans anına bırakacak yerini ama çocuk işte, soruveriyor, adamı bütün yaşamıyla baş başa bırakıyor. Ressam sağda solda göstermek, sergilemek için yapmıyor resimlerini, sattığı birkaç resmi zar zor geri aldığı da olmuş hatta. Hareketli objelerden ürettiği eskizler resme tamamlanmayınca durgunluğu resmetmeye başlamış, çocukluğunda ilk kez gördüğü denizi sevmemesini hareketsizliğin kolaylığına bağlıyor. İnsanlar da deniz gibi sürekli devindiği için derin ilişkiler kuramaması geliyor aklına, Roma’daki fahişelerle günübirlik ilişkiler yaşamaktan başka kadınlara karşı ilgi duymuyor pek, zaten bir süre sonra kendileri gidiyorlar. Kimseyi dinlemiyor, sanatını eleştiriye açmıyor, herkesin her şeyi çok iyi bildiği camiada saçmalıklara karnı tok. İyi resimler yaptığını biliyor, onun için yeterli. Diğer öykülerindeki üslup bu öyküde de var, anmak lazım: “Bir oto portre çiziyorsun. Kendine ait bir resim bırakmanı baban istedi. Bu tabloyla, seninle olduğundan çok daha iyi geçinecek. Sabah erken kalkmadığı, bir şeyler unuttuğu, amaçsızca etrafta dolandığı için tabloya kızmak zorunda kalmayacak.” (s. 137) Kısa cümleler, yoğun inşa faaliyeti. Bir paragrafta babasıyla ve resimle ilişkisi ortaya seriliveriyor, anlatı detaylandırılıyor. Stamm’ın tekniğinin gücü basit, yalın anlatımdan geliyor, önemli meseleleri öyle büyük büyük cümlelerle anlatmak yerine ince ayrıntılar veriyor Stamm. Dikkatle okumak gerek ki karakterlerin mimikleri bile önemli, bazı noktalarda gölgeli olayları aydınlığa kavuşturuveriyor bu küçük şeyler. Bu öykü bu bağlamda gürültülü, Stamm olay örgüsünde araya dereye gizlediklerini açık açık söylüyor. “İnsanları asla gerçekten sevmedin, onları sevmekten, kaybetmekten, bağımlı hale gelmekten çekindin. Aşk insanı yaraların kılar. Belki de bu sebeple bu kadar seviliyorsun: insanlardan hiçbir şey beklemediğin, senin için hepsi bir oldukları için.” (s. 139) Her zaman cömert, her konuda yardımsever, özgürlüğünü böyle satın alıyor. Ânın duygusunu yakalamaya çalışıyor resimlerinde, o an nasıl görüyorsa biçimi bilincinden geçirerek canlandırıyor, gerçeğin başka bir halini resmetmek istiyor. Çalışmasını bitirdiği zaman kişiliği ve sanatı tekrar oluşmuş durumda, sorgulama bitmiş, rahat. Bir tahta parçası dünyasını tepetaklak edecek ama, dönüş yolunda aynı çocuğa rast gelince çocuğun elindeki tahtanın ne olduğunu soruyor, belki de gününü düşüncelerle dolduran çocuktan intikam almak istiyor ama yarayı daha da deşmiş oluyor, çocuğa göre fayton olan tahtaya binip Paris’e gidebileceklerini söyleyince çocuk tahtanın sadece bir tahta olduğunu söylüyor. Adi, sefil bir tahta parçası. Ressam bir şeyi nasıl görmek istiyorsa öyle görse de anılarını kendince kurduğunu seziyor en sonda, tam öykünün bittiği noktada. İdrak anlarıyla, vurucu finallerle bitirmiyor öykülerini Stamm genelde, bu bir istisna.
“Videocity” de diğerlerinden ayrı duran bir öykü, Taxi Driver‘ın şu ünlü “Bağa mı didin?” monoloğu epigrafta, sonlara doğru Truman’ın komşularına söylediği günaydınlı, iyi akşamlarlı tekerlemesi de var, hayatı film gibi yaşayan psikotik bir karakterin peşinden gidiyoruz bu kez. “Her şey annesinin ölümüyle başladı. Annesinin öldüğünü iddia etmeleriyle. Ondan önceki hiçbir şeyi doğru dürüst anımsamıyor. Sadece fotoğraflar: dış mekân, gündüz. Büyük bir bahçe, ışıltılı renkler, meyve ağaçları, çatısı ileri uzanan bir ev.” (s. 80) Böyle başlıyor anlatı, sonrasında sinema terimleriyle kurulan yaşamı, karakterin tuhaf davranışlarını görüyoruz, izlendiğini düşünüyor ve öldürülmekten korktuğu için sokakta bir an bile huzurlu değil. Tam Truman işte, bir öyküye sığdırılabilecek kadar küçük deneyimlerden, davranışlardan ibaret. Sıradan insanları anlatmadaki başarısını sıra dışı karakterlerde de gösteriyor Stamm, sıradanın bölgesine adım atıyorum artık. İlk öykü “Beklenti”, anlatıcı öykünün kahramanı aynı zamanda, birinci tekil şahsın anlatımı Stamm’ın öykülerinde nadir. Üst kattan gelen sesle irkiliyor kadın, dairenin boş olduğunu bildiği için gidip kontrol ediyor ve genç bir adamla karşılaşıyor. Kadın anaokulu öğretmeni, kırklı yaşlarının sonlarında, adamsa en az yirmi yaş genç. Aralarındaki gerilim biçim değiştirip duruyor sonra, birlikte zaman geçirmeye başladıklarında kadın hep bir hareket bekliyor adamdan, davetkâr davranıyor ama adam bir tek öpücük konduruyor, o kadar. Kadın bütün yaşamını anlatmasına rağmen adamın hiçbir şeyini bilmiyor. Öğrencileriyle kurduğu ilişki biçimini adamla da kurmamak için elinden geleni yapıyor ama elde ettiği hiçbir şey yok, adam kadına haksızlık yaptığını söylüyor en son, ilişkileri bu şekilde sürüyor, sürüncemede. Tam bir belirsizliğin oluşturduğu başka bir hikâyede kasabasına dönen oğlanın yaşadıklarını görüyoruz, liseye birlikte gittiği kıza âşık olup ilk cinsel deneyimini de yaşadıktan sonra üniversiteye gidiyor oğlan, ardından öğretmen olarak kasabaya dönüyor ve kızla yakınlaşmaya çalışıyor ama kızın davranışlarını anlamak zor, barmen olarak çalıştığı bara gelen oğlanın önünde başkalarını öpüyor, buna rağmen bizim çocukla birlikte gezip tozuyor. Neler olup bittiğini anlamıyor çocuk, üstelik çalıştığı okulda da işler yolunda gitmiyor, müdürün kabalığıyla kızın kötülüğü canına tak ettirince dersi bırakıp taksiye atlıyor, otogardaki ilk otobüsle kasabayı terk ediyor. Her şeyi geride ansızın bırakmaya karar vermesi, eyleme geçmesi ve yaşadıkları o kadar duru ki gayet sıradan bir hikâye olağanüstülük kazanıyor, karakterlerin davranışları abartı gelmiyor. Aşk var zaten işin içinde, hikâye her olasılığa açık hale geliyor böylece. “Mektup” benzer biçimde kurulmuş enfes bir öykü, 45 Years havasında. Manfred’in vefatından sonra uzunca bir süre eşinin eşyalarına dokunamayan Johanna’nın nihayet harekete geçmesiyle onca eşya çöpü boyluyor, çekmecelerin birinden çıkan mektup hariç. Manfred’in otuz yıl önce bir başka kadınla ilişki yaşadığını öğreniyor Johanna, sonrası yan karakterlerin de işe dahil olduğu bir anlama çabası. Manfred’in işkolikliğini hatırlıyor Johanna, eşini düşünürken herhangi bir tutku belirtisi göstermiyor, adamın neden aldattığını merak ediyor sadece. Oğlunun kırkıncı yaş gününde karşılaştığı bir kadının aldatma hikâyesini dinleyince kendini hikâyedeki kadının yerine koyarak mevzuyu kadına açmak istiyor ama açamıyor, Manfred’in sekreterine de soramıyor, oğluna zaten anlatmayacak. Nihayetinde adamın yaşamayı sevmesine, hayata duyduğu heyecana bağlıyor aldatmayı, sorunu kendince çözüyor ama sahte anılara başvurduğunu da görüyoruz, aslında adamın yaşamı son derece renksiz, devlet dairesi gibi geçiyor. Hangi gerçeğin geçerli olduğunu bilemeyeceğiz, insan neyi kurduysa ona inanıyor.
Orta karar bile yok, bütün öyküler pek şahane. Küçük insanlar, küçük dramlar, büyük ustalık. Stamm’la tanıştığıma memnun oldum şahsen, çok iyi bir öykücü. Şiddetle tavsiye ediyorum, okunsun.
Cevap yaz