Dilini yitirdiğini düşünen yazar bir yıldan sonra yazmaya başlar, her sözcük bir diğerini çağırır, sabahları şenlik. Hayata bağlanır yazar, tıkanma korkusunu sadece yazında değil, yaşamında da hissetmesi ömür boyudur. Benliğiyle yazarlığı arasındaki ipler gerildikçe kendisini yazar olarak görme süreci başlar, ironik ya da sıkılgan bir söylem değildir yazarlık, kişiliğinin bir parçası olarak belirmiştir. Masasından rahatlıkla kalkar, sabahı benliğini oluşturarak —yazarak— geçirdikten sonra akşamın huzurunu beklemeye başlar. Yerdeki halıdan bir ışık demeti yükselir: zaman. Bunu aklında tutar. “Bir kuşun duvarda seğiren gölgesi dikkatini dağıtmak yerine metine eşlik etmeliydi ve metni şeffaflaştırmalıydı; köpeklerin havlamaları, motorlu testerelerin vızırtıları, kamyonların vites değiştirme sesleri, sürekli takırdamalar, aşağıdaki okul ve kışla avlularından gelen emir bağırtıları ve alarm zilleri de öyle.” (s. 9) Algıladıklarını kurmalıdır aynı zamanda, dış dünyanın izlerini kurmacaya katarken diyalojik yapıyı düşünerek aktarımın iki yönlü olması gerektiğini anlar, dünyaya kendini katmalıdır. Işığı ve havayı içine çektikten sonra ironiyi fark eder, aslında dışarıda kendini “yerinde” hissetmesi yazarlığın kapalı mekâna bağlılığının şart olmadığını gösterir. Gündelik yaşamın akışı bu noktada başlar, yazar zamana kendini eklemledikten sonra. Mektuplarını kontrol eder, on yılı aşkın bir süredir hemen her gün en az bir düzine mektup gönderen okuru ona aslında yaşamın olağanlığını, yakalaması gerekeni sunmaktadır. Sade sözler çıkar mektuplardan, irade dışında uçak bileti ayarlamak, birinin ikisini de görmeyi yasaklaması, sevinebilme yetisinin sorgulanması, kısacası mektupları yazanın kişiliğini parça parça ortaya çıkaran detaylar. Duyarlılık artar, yazar duş alıp giyindikten sonra kedisini eve alırken kürkünün don tutmuş uçlarını sezer gibi olur, tüylerin altındaki gövde saatlerce yazmaktan soğumuş ellerini ısıtır. Dışarısı onu her ne kadar çekse de çıkmak üzereyken geride kalanı, içi düşünür. “Ev, içinde oturan kimse yokmuş izlenimini veriyordu. Artık içinde sadece çalışılmasını ve uyunmasını değil, oturulmasını da istermiş gibi bir hali vardı. Yazar bu konuda oldum olası yetersiz kalmıştı, tıpkı bir aile yaşamı sürdürmekte yetersiz kaldığı gibi.” (s. 13) İç yabancıdır, eşyalar gariplikten öte anlam taşımaz, yazar kendini içeride yazarak bulsa da mekânı sayfalar üzerinde yaratmaktan etrafını kuşatan mekânı anlamla dolduramaz. Odanın içindeki bir sinek dışarıdaki kıyamet gürültülerinden daha fazla rahatsız edicidir örneğin, yazma eylemini bölen veya kesintiye uğratan ne varsa içeridedir. Dışarının çağrısını yanıtlasa da yazarın aklının bir bölümü daima içeridedir, örneğin bahçe kapısına gelmemişken geri döner, koşarak yazı odasına çıkar ve orada bir sözcüğü başkasıyla değiştirdikten sonra odadaki ter kokusunu ve camlardaki buğuyu fark eder. Acelesi yoktur artık, değişen tek bir sözcük evi sıcak ve rahat kılar. Ev güvenlidir çünkü yazar dilini o evdeyken bulmuştur tekrar, sözcüklerini o dille bulup değiştirir, ikinciye dışarı çıkarken kapıyı iki kez kilitlemesinin anlamı dili yitirme tehlikesinin sürdüğü sırada kapıyı kilitlemediği günlerin geçtiğine işaret eder. Kesinlik değildir bu, huzursuzluk ortadan kalkmamıştır, gece eve döndüğü zaman kapıyı ardına kadar açık bırakmayı düşünür. Kaygının yaratma cesaretini sürdürebileceğini düşünür belki, kapısını bilinmeyene açık bırakırsa olanağı davet edecektir.
Dışarının deneyimi ayak izleriyle tam olarak başlar. Her gün çalışmaya başlamadan önce bahçede yürüyen yazarın donmuş adımları birbirine geçmiş, göğüs göğüse çarpışan bir orduyu veya özel bir polis timinin son derece tehlikeli bir toplum düşmanını ele geçirme operasyonunu andırmaktadır. Niyesi kurguyla ilgilidir diye düşünmeli mi, çünkü ne orduluk ne de timlik olaylar vardır anlatıda, belki kurmacadaki kurmacayla bağlantılı bu benzetmeler. Başkaca, etrafta çiçekler, rüzgâr yoksa da kulaklarda uğuldayan bir soğuk. İstikamet şehir, her seferinde ıssızlıklara doğru çekilse de yazar rastlantının emrinde. Yıllar yılı kendine koyduğu kuralları, belirlediği alışkanlıkları hatırlıyor ve hepsinin yazma hedefine vardıktan sonra günü bitirmek için oyalanma olduğunu anlıyor. Geçicilik, yaşamı bu. Herakleitos’un sözünü “müminlerin fatihası” gibi tekrarlamış ve fısıldamış yıllarca, yaşıyor artık. İnsanlara ihtiyacı var, masadayken de farkındaydı, kâğıtlardan çevirdiği bakışı topluma doğru. Karaçam iğneleri dökük, kuşlar ötük, daha da ne varsa yazının peşinde duyulmayan. Yazarın karşılaştığı ilk adamla bir iki sözcük alışverişi, hayatının özetindeki birkaç başlıktan biri. “Evinin yukarıda, tepede olmasına ve pencerelerinin bütün yönlere bakmasına rağmen, oradan gün boyunca tam bir uzaklık duygusuna sahip olmamıştı. Ancak aşağıya indiğinde ve insanlara yakınlaştığında bir perspektif edinebildi.” (s. 23) Uzaklar yazarın malzemesidir, mesafelerin ardından görünen heykelin çağrıştırdıkları başlı başına bir kurgusal dünyadır. Şehre doğanın serimi ve insan elinden çıkma yapıların çağrışımlarıyla girdikten sonra bir lokantada oturmak ister, amacı bir şeyler yiyip içmek değil, halka açık bir yerde oturup hizmet görmek istemesidir. Yürürken kalabalıklardan kaçınır, manastırın yanından geçerken Moskova anılarını canlandırır, meydanlara açılan meydanlardan geçerken içeriyi unutmaz. “Sanki yapıtından uzaklaşmıyormuş da tersine yapıtı ona eşlik ediyormuş gibiydi; sanki -bu arada yazı masasından oldukça uzaklaşmışken- hâlâ çalışmaktaydı.” (s. 30) Yapıtın neliğini düşünür o sıra, biçimden daha önemli bir unsur gelmez aklına. Malzeme hiçbir şeydir, yapının kendisi önemlidir. Biri diğerinin kurulmasına kaynak teşkil etse de yapının eskimeyeceğini düşünür yazar, sözcüklerle yazılanın bütünü sözcüklerden daha önemlidir.
Lokantaya varır nihayet, ortalıktaki gazeteye eğilmeden önce gazete okumayı kendine yasakladığı dönemi anımsar, arkadaşlarının ölüm ilanlarını bu yüzden görmemiş, yaşamının başkalarıyla kurulan bir bölümü gömülürken orada olamamıştır. Gazete üzerine düşünceler yığını sonra, kültür sayfasına bakarken eleştirinin ne olması gerektiğine dair adeta ders verir yazar. Eleştirinin de başlı başına bir sanat olduğunu zaman zaman görmüşse de vizyonsuz çıkış noktalarının metni sıkıcı kıldığından şikayetçidir. En iyi ihtimalle içi doldurulmuş bir şema, en kötü ihtimalle konudan alınan zevkin art niyetlere dönüştüğü bir üçkâğıttır eleştiri, ikinci sınıf bile değildir, politikadan ibarettir. Şu kısmı alıp bitireceğim yavaştan: “Gençlik düşünde edebiyat, yazara göre ülkelerin en özgürü olmuştu ve o zaman bunu düşünmek gündelik hayatın bayağılıklarından ve boyunduruklarından, gurur verici bir akranlığa biricik çıkış yoluydu, mutlaka birçok kimse yaklaşık olarak benzer şeyleri tasavvur etmişti: ve şimdi ona öyle geliyordu ki hepsi küçük ülkelerin en despotik olanında, ya boğucu ahbap çavuş ilişkileri içinde sürü gibi bir araya kümelenmiş ya da kanlı bıçaklı düşmanlar halinde bölük pörçük dağılmışlardı; aralarında en serkeş olanları bile ayırt etme gücü yerine iktidar arzusuna -ganimetleriyle orantılı isteklilikte- dönebilen, dışarıya dürüst dalkavuklar görüntüsü veren körelmiş hademelerin hükmü altındaki diplomatlara dönüşmüşlerdi. Bir defasında bir başka yazarın ölüm döşeğindeyken yanında bulunmuştu. Ne var ki öteki, son zamanının tümünü de gazetelerin külttür sayfalarında ne yazdığıyla her şeyden daha fazla meşgul olmuştu.” (s. 38)
Geceye dek süren yürüyüşten Çehov geçer, insanların garip huyları yüklenilir, her gün mektup yazan adamın yazara öykünmesinin yol açtığı felaket ortaya çıkar, ertesi günkü sabah çalışması için yeterince birikim sağlayan yazar geç vakit evine döner ve metin noktalanır. Handke bir yazarın iç dünyasını, bazı şeyleri diğer bazı şeylerle nasıl bağladığını ve bunun sonucunda ortaya çıkan kurguyu, yazarın kurgusunu biçimlendirme yönteminden doğan meta kurguyu gösterir.
Mutlaka okunmalı. Fitzgerald’a ithaf edilmiş ki onun da aynı isimde bir metni var, onu da okumalı.
Cevap yaz