Ian McKellen’ın oynadığı filmi izlemedim, izleyeceğim, bu yoğun romanın sinemaya nasıl aktarıldığını merak ettim. McKellen romanın anlatıcısı Peter’ı oynuyor, yakışır. Yaşlı bir psikiyatr Peter, Londra’ya yakın kasvetli bir tımarhanede çalışıyor, cinsel takıntılarla örülü yıkıcı aşk ilişkileri ilgi alanına girdiği için şahit olduğu yıkıma yakından tanıklık ediyor. Roman bu yıkım üzerine, Max ve Stella çiftinin sıkıcı evliliklerinin Edgar Stark’ın ortaya çıkışıyla yine de dağılmaması, Stella’yla Edgar arasındaki hastalıklı ilişki bütün aşamalarıyla işleniyor. Peter’ın gözlemleri ve Stella’dan duydukları ayrışıyor, anlatıcının tanrı olmadığını bu detayla hatırlıyoruz ama çoğu ayrıntıyı nasıl aktardığına anlam veremiyoruz çünkü olaylar gerçekleşirken orada değil aslında, oradaymış gibi anlatması kurgunun büyüsünü bozuyor. Bir de arka kapakta Edgar Allan Poe, H.P. Lovecraft ve Henry James gibi ustaların seslerinin romanda yankılandığı söyleniyor ama aşırı bir yorum bu, Lovecraft hiç yok, Poe hastalıklı tutku göz önüne alınarak anılabilir belki, James de öyle. Neyse, Max iş başvurusunda bulunarak başhekim Jack Straffen’den işi kapar ve eşi Stella’yla oğlu Charlie ile birlikte tımarhanenin yanındaki lojmana taşınırlar. Yıl 1959, sürekli yağış, kasvetli mekân, delirmek için güzel bir uzam. Edgar Stark iyi bir sanatçıdır, dolaşım hakkına sahiptir, belirli alanlarda dilediğince zaman geçirebilir anlamına geliyor bu. Bahçeyle uğraşır, heykel yapar, Peter’la terapisini sürdürür. İyileşmeye niyeti yok gibidir çünkü neyden mustarip olduğunu bilmez, kendi yarattığı alternatif gerçeklikte kısılı kalmıştır. Tımarhaneye gelme sebebi eşini katletmesidir, kadının hakaretlerine maruz kaldığını söyleyerek kendini savunur fakat kadının arkadaşlarıyla seviştiği fikrine nasıl kapıldığını, kesik kafayı sanat eserine neden çevirmeye çalıştığını açıklayamaz. Peter’la arasındaki mesafe uzun süre değişmez, doktora göre Edgar bir gün duvarını kendisi yıkacaktır ve iyileşmeye başlayacaktır ama böyle bir şey olmaz, sahneye Stella’nın girmesiyle dünya tepetaklak olur. Peter daha ilk gördüğünde Stella’nın Max’i aştığını anlar, sıradan bir adamın yanında oldukça güzel bir kadın, baştan problemli bir ilişki. Tabii önyargılarla yola çıkmaz Peter, Stella’yla konuşmalarında evliliğin sevgiden başka saikler üzerine inşa edildiğine dair nüvelere ulaşır. Gerçekten de Stella’nın ailesi veya eğitimi hakkında hemen hiçbir şey bilmeyiz, anlatının sonlarına doğru kız kardeş ortaya çıkar ama onca facia yaşanırken ortada kimse yoktur, belki de yalnızlıktan veya sadece en iyi ihtimal olduğunu düşündüğünden Max’le evlenmiştir. Edgar’la bahçede tanışırlar, çekime karşı koyamayınca giderek yakınlaşırlar, nihayetinde sevişmeye başlarlar. Peter aralarındaki tansiyonu anlasa da Stella arkadaşı olduğu için uzaktan izlemekle yetinir, gündelik sohbetlerinde mevzuya pek değinmese de ikisini bir nevi göz hapsine alır. Stella âşık olur bir güzel, adamı takıntı haline getirir ve cinselliği varlığının tek sebebi haline getirir, heyecandan öyle hoşlanır ki yakalanma tehlikesinin bulunduğu yerlerde sevişmek ister. Müthiş sağlıksız bir bağ, Edgar da pek sağlıklı bir bağ kurmaz açıkçası, kadından para aşırmaya başlar ve bir gün Stella’nın yardımıyla ailenin evine girerek Max’in kıyafetlerini aşırır. Firar ettiği zaman gazetelere manşet olur, hastane yönetimi skandalın büyümemesi için olayı bir an önce çözmeye çalışırken Stella sorguya çekilir, hiçbir şey bilmediğini söyler ama kimseyi inandıramamıştır, Jack ve Peter mevzuyu çözerler. Max görmek istemediği için görmemektedir hiçbir şeyi, iş arkadaşlarının iddialarını reddeder ta ki Stella da ortadan kaybolana kadar.
Edgar sanatçı dostu Nick’in yardımıyla Londra’nın biraz dışındaki metruk bir binada çalışmalarını sürdürür, Stella’ya ulaşarak nerede olduğunu bildirir. Edgar’dan uzun süre haber bekleyen Stella delirmek üzeredir zaten, alışveriş bahanesiyle gidip geldiği Londra’da Edgar’ın yolladığı Nick’le tanışır ve büyük buluşma, iki sevgili kavuşur. Gidip gelmeler zorlaşınca Stella kararını verir, Max’i ve oğlu Charles’ı geride bırakarak Edgar’ın yanına taşınır. Evlilik çoktan bitmişse de Charles’ı deli gibi özlemeye başlar bir süre sonra, ne ki Edgar’la rüya gibi günler geçirmektedir. Gerçekte Edgar’ın kronik kıskançlığı yine ortaya çıkmaya başlar, Stella önce psikolojik, sonra fiziksel şiddete uğrar ve bir gün âşığı tarafından öldürüleceğini anlayınca kaçmaya karar verir. Şiddetli, kafa göz dağıtmalı bir kavgadan sonra binadan kaçar, Nick’in yanına sığınır. Edgar daireyi basmaya çalıştığında adamın düştüğü duruma çok üzülür ve binaya geri dönmeye karar verir, merdivenlerden çıkarken karşısında polisleri bulunca onun için korkunç günler başlar böylece. Max için de tabii, Max’in annesi Londra’nın kodamanlarındandır ve oğlunun içine düştüğü durumdan ötürü çok üzgündür. Stella’dan ayrılması durumunda maddi desteğini sürdüreceğini söyler, zaten Max o tımarhanede değil daha iyi bir yerde çalışmayı hak etmektedir, Charles’ı da yanlarına alarak mutlu mesut yaşayabilirler. Max reddeder bu teklifi, Stella’nın hastaneye dönmesiyle kızgınlığını gösterir ve içindeki umudu büyütür, belki bir gün her şeyi geride bırakıp mutlu olabilirler yine. Uzak ihtimal, Jack onca skandaldan sonra hastaneden ayrılmaları gerektiğini söyleyince Galler’de iş bulur Max, kırsalın kalbine giderler. Hayat standartları oldukça düşmüştür, Charles okulunda büyük sıkıntılar yaşar çünkü geri dönmüş olsa da annesi tarafından terk edilmiştir bir kere, aradığı sevgiyi de bulamayınca çocuk bunalıma girer. Max işe boğulur, sürüklendikleri uçurumu görmez. Stella da görmez, kiraladıkları evin sahibiyle sevişmeye başlar, Charles’ı iyice ihmal eder, Edgar’dan beklediği telefon bir türlü gelmediği için giderek kötüleşir. Akıl sağlığını iyice kaybetmesi Charles’ı da kaybetmesine yol açar, korkunç. Birlikte okul gezisine giderler, bir uçurumun kenarında oyalanırlarken Charles denize düşer ve hiçbir şey yapmaz Stella, oğlunun boğulduğunu görse de öylece durur, boş gözlerle çocuğun suya batıp çıkan bedenini izler, böylece üçüncü safhaya geçmiş olur. Akıl hastasıdır artık, tımarhaneye kapatılır, Peter’ın gözetiminde yaşadıklarını anlamaya çalışır. Edgar da yakalandığı için umutları büsbütün söner, yaşamak için sebebi kalmaz ama uzunca bir süre dayanır, Peter’ın söylediği gibi Edgar aynı hastanede kalıyorsa bir gün görüşebilirler.
Anlatı ilginç bir noktaya evriliyor bundan sonra, Max’le konuşan Peter tuhaf bir teklif sunar, Stella’yla evlenirse iyileşme sürecinin hızlanacağını düşünür. Max kabul eder, zaten oğlunu kaybettikten sonra Stella’yla işi tamamen bitmiştir. Peter kendini hep soğuk, mesafeli bir adam olarak gösterdiği için Stella’yla evlenmek istemesinin ardındaki sebepleri bilmeyiz, psikiyatr soğukkanlılığıyla gizler her şeyi, ne istediğini anlatının sonunda anlarız. Doğru anlaşılıyorsa tabii, pek çok anlamdan birini veya birkaçını seçmek gerekiyor. Stella’nın evlilik teklifini kabul etmesinden hiç şüphelenmez mesela, şüphelense de okuruna açılmaz. Edgar’ı gerçekten unutmuş mudur Stella, söylediği gibi bütün uyuşukluğu Charles’ın acısından ötürü mü? Öyle olmadığını anlarız, erkek ve kadın hastaların katıldığı bir dans gecesinde Edgar’ı bekler kadın, âşığının ortaya çıkacağı an için hazırlanır ama Edgar’ın geceye katılmasını engelleyen Peter kadının umutlarını boşa çıkarır. Stella için son darbedir bu, odasına düş kırıklığıyla döner. Edgar terapileri sürdürüp Peter’la akıl oyunlarına girdiği zaman Stella’ya aşkla değil, patolojik bir ihtiyaçla bağlandığını gösterir, aslında onun başını da eski eşine yaptığı gibi kesip biçerek sanat eserine dönüştürmeyi istemektedir. Olmaz tabii, mutsuz sonla biter her şey.
Peter’ın görüşmeleri, diyaloglar müthiş, psikolojik taktikler şahane, karakterler arasındaki gerilim bir iki mantıksızlık dışında çok başarılı, iyi bir roman bu kısaca. Psikolojik gerilim diyebiliriz ama gotik korku falan diyemeyiz, öyle bir iki tanıtım yazısına denk geldim de.
Cevap yaz