Akbal’ın değişimini gösteren ilginç bir kitap bu: başta darbeyi hatta darbeleri alkışlayan Akbal, diğer yanda cuntayı eleştirmeye başlayınca hapse giren Akbal. 1980’in başından 1983’ün sonuna, neredeyse gün gün kesit. Cumhuriyet‘te yayımlanmış köşe yazıları, Akbal özenle seçmiş de neleri dışarıda bıraktığı merak konusu. Bir iki alıntıyla desteğinin boyutunu göstereyim: “Yaşam, özellikle toplumların yaşamı, sürekli ileriye gidiştir, geriye dönük bir ilerleme olamaz. 12 Eylül eyleminin de Türkiye’yi gerilere atacağını düşünmek büyük bir yanılgıya düşmek olur.” (s. 115) 24 Ekim 1981 tarihli yazıda Sanat Olayı‘ndaki bir soruşturmanın cevaplarını alıntılıyor Akbal, yeni anayasanın düşünce özgürlüğünü desteklemesi ve komisyondakilerin cevapları okumaları gerektiğini söylüyor. Kademeli geçişi açık açık görüyoruz, önce 1961 Anayasası’nın güncellenmesinin yeterli olduğundan bahsediyor, bakıyor ki yenisi gelecek, bu kez hangi değerlere yer verilmesi gerektiğini anlatıyor uzun uzun. “Sayın Evren’in gösterdiği yolda yürümeyi bir görev sayanlardanım.” (s. 45) Matrak yani, İran Devrimi’nde ilericilerin tongaya basmasına değiniyor bir yerde Akbal, hani Memet Fuat’ın “çağını görebilmek” dediği yeti yok sanki. Gazeteden dostu Ali Sirmen’in hapse atılmasına dair iki yazı var, özleme ve adalete dair bir dünya laf ama cuntaya toz konmuyor, nice devrimci yargılanıyor ama tek kelime yok, bir tek adaletin tecelli edeceğine dair garip bir umut. Bir dünya hukuksuzluk, çarpıklık var o dönem, Akbal “sağcılara” demediğini bırakmıyor da figüranlarla uğraşmaktan oyunculara getirmiyor sırayı. Hemen her yazısında andığı, aça aça bir hal olduğu Atatürkçülük de kurtarmıyor kendisini, o işlerin öyle olmadığını ancak cezalandırılınca anlıyor. Dokuz ay boyunca akşam yedide girip sabah yedide çıkıyor hapisten, o sıra gözlemlediği çarpıklıkları anlatıyor bu kez. Yemeklerden çıkan böcekler, birkaç hükümlünün aynı yatağı paylaşmak zorunda kalması, çay gibi pek çok ürünün dışarıdakinden dört beş kat daha pahalıya satılması, görüş günlerinde ailelerin yaşadığı sorunlar, gidiyor böyle. Aşırı iyi niyetinin kurbanı mı demeli, günceli iyi okuyamadığını mı söylemeli bilmiyorum, “haklı darbeleri” savunmasının izahı yapılır da Akbal’a hak vermeye gönlüm ermiyor. Komünizme alttan alta bir muhalefet, statükonun neferliği, ilericilik kisvesi altında “uç” fikirlere zıtlık, ülkeye sosyalizm gelecekse onu da Akbal getirecek sanki. Vatandaşlık bilincini getirmeye çalışıyor arada, Mustafa Kemal’in yazdığı bir metnin okullarda zorunlu ders haline gelmesi gerektiğini söyleyerek zorunlu din dersi karşısında kontraya çıkıyor, bir süre sonra din dersini kabullenip “o halde” Kuran kurslarının kapatılması gerektiğini söylüyor, nereden tutsa elinde kalıyor ama mızrağını kaldırmaktan vazgeçmiyor. Yarınların soracağı hesap kendisinin kanada saplanıp havalanmasıyla bir, Picasso Kenan başta olmak üzere mutlu mesut yaşayıp öldü hepsi. Kırk yılın ardından dönüp bakıyoruz, o zamandan beri mahvolmaya devam eden bir ülke görüyoruz, süper. Bir süre sonra biz de göreceğiz sorulmayan hesapları, bizim memlekette pek bir şey sorulmaz, doğrudan kalemler kırılır. Mevzuyu saçma sapan değiştireyim, İlhan Selçuk o dönemlerde yazdığı bir yazıda kâğıt ve posta fiyatlarının uçuşa geçtiğinden bahsediyor, Akbal da PTT’yi gömüyor bir yerde, o ne fiyatlarmış öyle. Yüz liraya bir kitap var, almak istiyoruz ama Anadolu’nun bir köşesindeyiz, yandık. Kitap parası kadar bir parayı postaya harcamak zorundayız. Şimdi daha da beter, hayat pahalılığının örneklerini sunan Akbal yaşamın ne kadar zorlaştığını söylüyor bazı, hapse atılanların veya idam edilenlerin çocuklarına üzülüyor. Türk Dili ve Edebiyatı Akademisi’nin kurulacağı haberini alınca TDK’ye üzülüyor, gericilerin dili eskitmeye çalışmasına, Ahmet Kabaklı yüzünden üç kez ifade vermeye gitmesine, Mustafa Kemal’in sürekli kötülenmesine ve Vahdettin’le II. Abdülhamid’in hunharca övülmesine üzülüyor, değindiği konular aşağı yukarı bunlar.
Akbal sürmekte olan davaya dair hiçbir şey yazılmaması gerektiğini acı bir biçimde öğrenmiş önceden, haliyle güncel davalar hakkında hiçbir şey yazmıyor ama Tercüman gibi gazetelerin çifte standartla yırtmalarına da sessiz kalamıyor. Nazlı Ilıcak, Ahmet Kabaklı gibi yazarlar solcuların yargılanmasıyla ilgili demediklerini bırakmıyorlar, nasıl olurmuş öyle şey. 1980’de TDK Roman Ödülü’nü kazanan Ölümün Ağzı sakıncalı bir romanmış Kabaklı’ya göre, suç teşkil ediyormuş, eseri ödüle layık gören jüri üyeleri yargılanmalıymış. Açıkçası romanı okuduğumda şaşırmıştım ben de, şimdi bakınca romanla ilgili yazımda şaşkınlığımı belirttiğimi gördüm, yani devleti ağır ve haklı biçimde, üstelik tam da darbeden önce eleştiren İrfan Yalçın’ın başına bir iş gelmemesi tuhaf. Gerçi adaletin kantarı henüz cortlamamış olabilir o dönem, Yalçın’ın kurtulması bir zaman meselesi. Neyse, Akbal jüri üyelerinden biri olduğu ve bir süre bu işi yürüttüğü için üç kez çağrılmış, üç kez de kovuşturmaya gerek olmadığı tespit edilince ceza almamış. Kabaklı’yla husumeti biraz daha eskiye dayanıyor, Vahdettin ve dil meseleleri köşe yazıları üzerinden atışmalara dönünce Kabaklı hukuk yoluyla yıldırma politikasını benimsemiş, hukukçu olduğu için işi kolay. Karar zamanı gelmiş mesela, son duruşmadan önceki gün sonucu bilir gibi yazıyor, istediği gibi at koşturabildiğinden kimlerin canını yakmıştır bilinmez. Akbal’ın hüküm giymesinin nedeni bu konu muhtemelen, cuntanın gazetecilerle yaptığı toplantıda sermaye sahiplerinin hazır bulunmasını, toplantıda sadece bir gazetecinin bulunmasını eleştiriyor, sağcıların gazetelerinin devlet kurumlarınca toptan satın alındığını söylüyor, çizgiyi aşıyor böylece. Uyarılmamış değil, bazı yetkili abilerin aba altından sopa gösterdiklerini de cesurca yazıyor, Atatürk düşmanlarının darbeden sonra Atatürkçü kesilmelerine takıyor, Mehmet Kaplan, Zeynep Korkmaz ve Muharrem Ergin gibi akademinin süperstarlarının dil faşizminden bahsediyor, açıkçası dokunmadığı bir cenah yok. TDK ve TTK kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca bu kurumların devletle bir ilişkisinin bulunmadığını, Atatürk’ün mirasının çöpe atılmak istendiğini anlatıyor uzunca, “Sayın Devlet Başkanı”nın gösterdiği yolda yürümeyi bir görev saymıyor artık. Demokrasiye geçiş aşamasında ortaya çıkan eskileri görünce bit pazarına nur yağmadığını belirtiyor, ülkeyi o hale getirenlerin siyasete dönmeleri de neyin nesi? Ulu Hakan’ın ululuğu nereden geliyor, Vahdettin vatanı İngilizlere peşkeş çekmişken nasıl övülebiliyor, Akbal’ın aklı pek çok şeyi almıyor. İl kitaplıklarına gönderilen kitaplar ülkücülüğü, milliyetçiliği ve II. Abdülhamid’i övdüğü için Kültür ve Turizm Bakanı İlhan Evliyaoğlu’nu göreve davet ediyor. 1982’de yayımlanmış yazılardan anlaşıldığı kadarıyla tatlı dili bırakacak kadar öfkelenmiş Akbal: “Aradan iki yıl geçti, Maraş kıyımı ve bu kıyımın eylemcileri konusunda hiçbir açıklama yapılmadı. Ne oldu Maraş kıyımcıları? Ne oldu öteki illerde Atatürkçüleri bir anda yok etmek için toplu eylemlere girişenler?” (s. 217)
Yaşar Miraç’ın hedef gösterilmesiyle bitireyim, yine bu TDK meselesi, ödül. Miraç’ın Almanya’ya göçmesine sebep olan olayların arkasındaki fiştekleyicilerden biri yine Ahmet Kabaklı, hedef gösterdiği Miraç’ın yanında Trabzonlu Delikanlı‘yı ödüle layık görenlerden biri olan Akbal’ı da hedef tahtasına koyuyor. Miraç’ın diğer kitaplarından birkaç dize suç unsuru taşıdığı için ceza gerekli Kabaklı’ya göre, suç ortağı Akbal’ın da kulağı çekilmeli. Sonuçta kimse hapse girmiyor, Miraç kapağı yurt dışına atıyor ve Akbal da yukarıdan bir yerden inip her şeyi düzeltecek eli bekliyor. Sonuç: “Yazacak çok şey var. Kırk yıllık bir yazarlık yaşantısı doksan günlük bir hapis cezasıyla noktalandı. Belki de noktalı virgül, belki de iki nokta üst üste, belki de yan yana noktalar…” (s. 273)
Cevap yaz