Akbal’ın 1974-1977 arası Cumhuriyet ve Barış‘ta yazdığı yazılar. İlk birkaç yazı gençlerle ilgili. Akbal’a göre dünya yaşlıların dünyasıdır, seçme ve seçilme yaşını düşürmemek için ellerinden geleni yaparlar, meclisleri ele geçirirler. “Yalnız biz varız sanki? Gençler bize uyacak, bizi dinleyecek, bizden ders alacak, bizi örnek bilecek. Ne diye? Hangi erdemimizi, hangi başarımızı, hangi ölümsüz yapıtlarımızı, hangi sürekli mutluluk kurmak çabamızı, hangi toplum eşitliğini gerçekleştirme özlemimizi sevsin, benimsesin?” (s. 9) Günümüzdeki Z Kuşağı için söylenenleri o dönemde X Kuşağı için söylüyor Akbal, gençlerden umutla bahsediyor ama 12 Eylül yaşanmamış henüz, ülkenin çanında toz toprak olsa da ot yok. Yazarın 1980 sonrası yazdıklarıyla kıyaslamak istedim bunları, umudunu koruyabilmiş midir? Eleştirilmiş, yazılarını gelecekten beklediği güzelliklerle bitirmesi birilerine dokunmuş, cevabı başka bir şey düşünemeyeceği yönünde. “Diyelim, 2023 yılındayız. Hangimiz yetişiriz o yıla? Ancak bugün genç olanlar, çocuklar, ya da Zaro ağa gibi yaşayacak olan yaşıtlarım… Türkiye’nin nüfusu yüz milyona varacak, burası kesin… Kesin olan bir şey daha var, bugünkü karmakarışıklık, bugünkü anlamsızlık, bugünkü çıkmazlar olmayacak o gün. Dünya değişecek elbet, daha iyi, daha doğru, daha sağlam, daha tutarlı bir insanlık mı kurulacak?” (s. 173) Tutmadı ne yazık ki, üstelik tam da Akbal’ın eleştirdiği siyasal, toplumsal yapılar yüzünden çekiyoruz bunca acıyı. Kapitalizm, kullanışlı bir maşa olarak siyasal İslam gemi azıya alınca bugün durum bu. Akbal belki fazla iyimser ama uçmuyor, savları yerinde, her gün başka bir silahlı çatışmanın yaşandığı bir ortamda Ecevit’i ve CHP’yi pasif olmakla, “görmemekle”, MSP’yi demokrasinin ayarlarıyla oynamakla eleştiriyor. Sadece Türkiye’ye odaklanmıyor üstelik, Allende’nin düşünden, CIA’in soktuğu nifaklardan bahsediyor, dünyanın her yerinde benzer kaderi paylaşan ülkelerin akıbetini inceliyor, “dış tehdit” zırvasının Rusya’dan Japonya’ya yansımalarını ele alıyor çoğu yazısında. Dünyanın nabzını tutuyor yani, yazıları çok zengin. Temel değerlerle başladığı yazıları açtıkça açıyor, bu güzel, olabildiğince basit tuttuğu giriş bölümleri sıkıcı olsa da okurlarının seviyesini düşünen bir yazar için başka türlüsü olmazdı herhalde. Her kesimden okurun ilgisini canlı tutmaya çalışıyor Akbal, öyle ki milliyetçi cepheden okurlarının yazdığı mektupları bile şükranla anıyor, tabii eleştirilere cevap vererek. Edebiyat ve basın dünyasında isim yapmış insanların sadece kurguyla uğraşması gerektiğine dair yorumlarını aydınla sanatçının ayrışamayacağına dair düşüncelerle karşılıyor, öyküleriyle köşe yazılarının arasında bir fark göremiyor Akbal. Okur mektuplarına da sıkça yer veriyor bu arada, benim okuduklarım arasında okurunu en çok önemseyen yazarların başında geliyor desem abartmış olmam. Birkaç hikâyeyi hatırlıyorum, önerdiği bir kitap yüzünden soruşturma açılan öğretmenin hali, kitap okuduğu için evi basılıp dövülen, kitaba vereceği parayla karnını doyurması söylenen işçi, bürokratik çarklarda ezilen memurlar, faşistlerin ezdiği öğrenciler, her kesimden insan. Akbal’ın köşesinde yerleri var, sıcağı sıcağına duyuluyor sesleri.
II. Abdülhamit’in “Ulu Hakan” olarak anılması Akbal’ın mevzuyla ilgili birkaç yazı yazmasına yol açmış, özetleyeyim. Şurada yer alıyor karikatür, Abdülhamit dava açtırmış ve Kasap’ı üç yıl hapse mahkum ettirmiş, Kasap kılık değiştirerek Avrupa’ya kaçmış falan. Basın kendi yasa(k)larına bağlı kaldığı ölçüde özgür, basın özgürlüğü bu. “Hep bildiğimiz diyorum, ama son yıllarda Abdülhamit’in kişiliği üzerinde abartılı, yalan yanlış savlar, övgüler ileri sürüldü. Ulu Hakanlaştırıldı. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasında, gerilemesinde en büyük payı olan bu hasta padişah!” (s. 181) Anılarla destekleniyor bu sav, Akbal’ın Hüseyin Cahit Yalçın’dan yaptığı alıntıyla “hal’etmek” sözcüğünün tahttan indirmek anlamını veren “hâl” sözcüğüyle ses benzerliği yüzünden yasaklandığını görüyoruz. “Tahtakurusu” da “tahtı kurusun” dileğini ses bakımından taşıdığı için yasaklanmış. “Bahar” da ideolojiye kurban gitmiş, “Bahar geldi, bahar gelecek” gibi dizeler çok başa iş açmış. Cevdet Kudret anlatıyor bu kez, Ahmet Rasim’in baharla ilgili yazdığı bir yazıdan sonra Saadet gazetesine bir zaptiye çavuşu gelmiş, Rasim’i başmabeyinciye götürmüş. Başmabeyinci gazeteyi göstermiş, “Bu ne demek?” diye sormuş, gösterdiği şey İsmail Safa’nın “Bahar gelmeyecek mi?” nakaratlı bir şiiri. “Sizin kafanızı havanda ezmeli, hainler!” diye bağırıp çağırmış adam, Rasim’i Safa sanmış. Rasim cebinden mührünü çıkarıp masaya koyunca yanlış adama bağırıp çağırdığını anlayınca Rasim’e beş altın vermiş, “Hakkını helâl et. Bir yanlışlık oldu. Fakat kimseye söyleme,” demiş. Şimdi, “Pardon,” deyip yolluyorlar, geri gitmişiz iyice. Neyse, söylenen o ki Abdülhamit kendisini eleştiren kimi yazılara müsaade etmiş ki İngiliz ve Fransız gazetelerindeki olumsuz haberler azalsın. Bir Fransız yazar Abdülhamit aleyhine türlü türlü uydurmalarla dolu sekiz ciltlik bir kitap yazmaya kalkışınca taraflar hemen sulh olmuş, Fransız cebini doldurmuş bir güzel. Yanlış hatırlamıyorsam ben de Cevdet Kudret’in bir kitabında okumuştum, Hamidiye’yle ilgiliydi sanırım, suyun rezilliğiyle ilgili bir yazı yazılacağını duyan su dağıtıcıları yazara hemen ulaşmışlar, sağlam bir rüşvet vermişler de haber çıkmamış mı, çıkmış da olay mı olmuş, neyse artık, devletin parasını bir güzel yemişler o dönem de. Ahmet Rasim’in Üç Hatırat, İki Şahsiyet kitabından örneklerle devam ediyor Akbal, Abdülhamit’in “dengesiz bir ruh hastası” olduğunu söylüyor. Sait Paşa tam dokuz kez sadrazam olmuş, Kâmil Paşa dört kez, Abdülhamit’in dengesizliği burada. Adamlarının kendisini devireceğini düşürünce çekmiş silahını, Sait Paşa’nın alnına dayamış, sadaret mührünü istemiş, sonra da adamı bir odaya kilitlemiş. İngiliz elçisi durumu duymuş da kurtarmış Paşa’yı. Dokuz kez gidip gelmiş mühür, acayip. Dönemin aydınlarının memuriyet “vasıtasıyla” İstanbul’dan uzaklaştırılmaları, sürgünde ölmeleri veya boyun eğip memlekete dönmeleri ayrı, bunlar ayrı, memleketin başına gelenler. Hitler’in politikalarıyla Türkiye’deki sağ kanadın politikalarını benzetiyor Akbal, uzun uzun anlatıyor, meraklısının elinden öper. İlginç bir şeyden de bahsedeyim, Kemal Anadol’a göre Orhan Veli’nin yazdığı düşünülen “Açlıktan bahsediyorsun / Demek ki sen komünistsin” dizelerinin yer aldığı şiir aslında Fahri Erdinç’e ait, Oktay Akbal bu şiiri Orhan Veli’nin şiiri olarak biliyor.
Akbal insan olmanın sorumluluğunu her yazısında hatırlatıyor, şimdi denk geldiklerimden biri haksızlık karşısında sessiz kalmamak. Camus’den alıntı: “Bu dünyada en büyük suç tanıklıktan kaçmak değilse, nedir?” Hugo da suçlu yerinde dünyanın durduğunu, kendisinin tanıklık ettiğini söylüyor, Akbal bu iki yazarın mirasçısı. Tanık diye dikilen zorbalara karşı uyarıyor, dürüstlükten şaşmamak gerektiğini söylüyor. “Karınca kararınca, gücümüzün yettiğince, gözümüzün gördüğünce, bilgimizin yettiğince tanıklık yapmalıyız. Biz, yazarların en büyük gücü kendi tanıklığımızı, yığınların onayladığı katıldığı bir içtenlikle ulaştırmaktır.” (s. 137) 1935’in Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un sözleri bu bağlamda önemli, Bozkurt’a göre Nâzım Hikmet dilinin pürüzsüzlüğü, samimiyetinin hudutsuzluğu ve fikirlerinin kuvvetiyle temizliği bakımından değerli. Röportajı yapan Naci Sadullah şaşırmış, koyu bir milliyetperverin nasıl böyle şeyler söyleyebildiğini anlamıyor, Bozkurt o garip tezadı gülerek izah ediyor: “‘Ben yer için, gök için, ağaç, su, taş toprak için milliyetçi değilim. Bence, modern milliyetçilik marksizmden faydalanmak zaruretindedir. Ve benim dilimi konuşanların, benimle aynı tarihe bağlı olanların, millî acıları ve sevinçleri benimle paylaşanların maddî ve manevî refaha kavuşabilmeleri için, bundan başka çare yoktur.’” (s. 128) İlginç bir şahsiyet Bozkurt, Akbal’ın yazılarında böyle yer bulmuş.
Pek azına değindim. Meseleler uzun, Akbal okunası.
Cevap yaz