Anı Değil Yaşam‘daki üslup, anlatıcı, dünya. Devam metni değil bir devam metni, Akbal’ın anılara dair söylediklerini uyguladığı bir roman. Romanlığı yeteri kadar uzaklaşılan anıların bir kurmacaya dönüşebileceği fikri üzerinde yükseliyor, ara ara bu düşüncesini yaşantıyla derinleştiriyor Akbal, anlatıcısının güncel zamanıyla geçmiş zamanı arasındaki geçişler çok hızlı, bellek huzursuz, altmış beş yaşın geçmişten o kadar da uzağa düşmediğini gösterme uğraşıyla parçalar bir araya geliyor. Masaldır, bir yerde bir şeyler yaşanmıştır, hikâyedir veya şiirdir, neyse odur bu metnin yapısı, bellek gibi karmaşıktır, bir anının ansızın ortaya çıkmasıyla şimdiyi biçimlemesi, şimdinin kırk yıl önceyle kaynaşması, duyguların tekrarı ve bütün bunları bir yabancılık hissiyle anlatmak. Kolay, o yaşa gelmek şart değil, dünü bir başkası yaşadıysa insan kendini bir anda o yaşta bulur, ansızın otuzundadır, sonra beşinde. Alışkanlıklar sürer, kişi sürmez. Kişinin süreceği bir şey kalmamıştır. “Anılar yabancılaştı mı ölüm yakın demektir. Bilirdim otuz kırk yaşlarındayken, çocukluk ilkgençlik serüvenlerindeki beni tanırdım, ama ellisinden sonra içime bir yabancı gelip yerleşti.” (s. 7) Yabancının yaşadığı Magda’dır, sahil kasabasının geç eylülünde Almanya’dan eşiyle birlikte tatile gelen Magda kıpırtılara yol açınca yabancı hemen bir aşk ihtimalini düşünmeye başlar, kadının her gülüşü bir umuttur. Magda’nın eşi olur olmaz zamanlarda ortaya çıkarak sıcaklığı yok eder, yine de bakışlara engel olamaz. Yabancının kentte kalmış aşığı da bir başka kıpırtıdır, aradaki yaş farkını birinin yürürken diğerinin emeklemesinden, hatta birinin koştururken diğerinin henüz doğmamış olmasından anlarız. Yabancı yirmilerindeki kadına duyduğu tutkuyu çeşitli biçimlerde dile getirir, yürüyüşlerden gülüşlere geniş bir manzara. Aşk için evini ve çocuklarını geride bırakmıştır bir kere, çocukları kendisini affetmese de umursamaz, sonuçta insan kendisi için yaşar. Eşinden ayrıldığı, evi küçük bir bavulla terk ettiği günü de yaşar bir ara, kavga gürültü olmadan çıkıp giden yabancının geride düşüneceği pek bir şey kalmamış, aşk ölmüştür çoktan. Aşk biter, bu kesinliği defalarca görürüz, yabancıdan anlatıcıya geçiş anlarından birinde on kadınlık bir romanın yarıda kaldığını öğreniriz. Anlatıcının yaşamına giren on kadın için yazmaya çalıştığı metin bir türlü tamamlanmaz, metni tamamlamak için sahil kasabasına gelen anlatıcı yarım kalan metninden parçaları sunar, bununla yetinir. Metni de yaşamı gibi yabancılaşmış ve yarıda kalmıştır, üstelik hatırlamak daha kolaydır. Kalan sekiz kadından bazıları anıların arasından ortaya çıkar, ilkinin hikâyesini diğerleri izler: Fatih’te eski bir ev, baba genç yaşta ölecek, anneyle oğlun yoksullukla mücadelesi. Koca evde kiracı olarak oturan kadın bir gün anlatıcının odasına girecek, cinsellikle tanışan genç adam büyülü bir dünyaya adım atacak. Öncesinde çocukluk aşkı var, sınıf arkadaşı Ahmet’le birlikte olmasına kesin gözüyle baktığı kız aslında anlatıcıya yanıksa da Ahmet’in ve kızın zenginliği uyuşuyor, anlatıcıya aralarında yer yok. Öyle bir his, evde zorlukla pişen yemeğin, parasızlıktan eve dönüşün uzun yolunu bitirene dek sızlayan ayakların kokusu, yankısı, nesi varsa geçmişin tamamına sinmiş. Kızın gönlü Ahmet’te değil aslında, bir gezintiden sonra birlikte binmeleri gereken arabaya binemeyen anlatıcı giderek uzaklaşan bakışlardan anlıyor, kız gözleriyle neden yan yana olamadıklarını soruyor. Bir süre sonra evlenecek, çocukları ve hatta torunları olacak. Anlatıcı yakınlaştığı her kadını çocuk meselesi üzerinden başkalaştırıyor, zaman ilerledikçe insanlar başka ilişkilerle doluyorlar, yaşamlarında yer kalmıyor. Ahmet gibi bazıları intihar ediyor, hikâyesi trajik. Yaşadığı konağa gelen evlatlık doğum yaptıktan sonra asıyor kendini, Ahmet yediği halt yüzünden yıkılıyor ve sevdiğine de kavuşamayınca bırakıyor kendini, yaşamak ağır geliyor. Ölen dostlar, arkadaşlar bir bir ortaya çıkıyor, bir zaman Sait Faik’in Arnavutköy’de evinin önünde dolandığı kız bile çıkıyor ortaya, perdelerin arasından yüzünü gösterince seviniveriyorlar ama meğerse nişanlısını kıskandırmak için yüz verirmiş Sait Faik’e, bir süre sonra bırakmış. Yıkım, Sait Faik hemen toparlanamamış, yas tutmuş. Duygularını eyleme döken bir adam, sevdiği genç yazarı çay içmeye götüren bir arkadaşının üzerine yürüyecek kadar cesur, her daveti geri çevirip hiçbir edebi topluluğa katılmayacak kadar ayrıksı. Anlatıcı biliyor, Büyükada’da balık tuttukları zamanlarda çok konuşmuşlar, Beyoğlu’nda zaman geçirmişler, Sait Faik yaşama veda edene kadar şahit. Başkaları da var, Zonguldak’ın deniz kıyısındaki bir köyünde öğretmenlik yapıp İstanbul’a gelen arkadaşı İlhan Berk mi, Behçet Necatigil mi? Sait Faik dışında andığı bir isim yok, kadınların kalbini kırdığı adamlar var sadece. Kendi kalbi de kırık, tam bir erkek anlatısına dönüştürüyor hikâyesini, biraz da karşıdan görseydik olup biteni? Yarım kalan metinde kadınların ağzından anlatılan hikâyeler var, kalınca bir ses. Rahatsız edebilir, eksiklik duyurabilir, farklı okumalara açık. Ben bilinçle geçmişin ilişkisine odaklandım, dileyen gördüğü boşluğu eleştiriyle yamayabilir.
Kendini anlatmak yıllar sonra bir başkasını anlatmak demek, tekrara düşersem anlatı bir sarmal formuna girdiği için. Bir yabancının gözünden anlatıcı nasıl görünürdü, bunun cevabı yok. Yabancının yaşlılığı Magda’nın dirimiyle siliniyor, Doğu veya Batı Almanya’ya dönecek çiftin işi gücü nedir, neden oraya gelmişlerdir, hepsi bir uğraş. Tahmin keyfi, karakter kurma, kurmaca içre kurmaca işte, yarım metin bitmiyorsa yaşamla bir diğeri yazılıyor, geçmiş baştan ilga ediliyor, savaşın henüz çıkmadığı zamanlar muhatap sevgili doğmamış daha, gençler yazı çiziye gönül vermişler de korkarlarmış cepheye gitmekten, Alman orduları Edirne’ye dayandığı zaman ölüm sesini duyurmaya başlamış, gençler korkmaya başlamışlar, okulda lisan öğrenip hayatı tanımaya çalışırlarken ölüm de nereden çıkmış, ekmekler bozulmuşken ruhlar sağ kalmaya çalışıyormuş, anne bir şeyleri rehin bırakıyormuş ki yiyecek alabilsin, babanın ölümü çok zamansızmış, iş bulmak lazımmış, gencin omzuna binen yükün ağırlığı umutlarını yok etmemiş neyse ki. Durmadan yazmakmış anlatıcının kaçışı, yorulmazmış. “Yürümek, yaşadığını duymaktır, bellek daha iyi çalışır. Anılar birbirini izler. Pek çok öykümü böyle uzun yürüyüşlerde yazdım. Bir zamanlar Şişli’den yola çıkar ta İstinye’ye inerdik. Şair, yazar, ressam arkadaşlar. O kırklı yıllarda. Ne kadar zenginmiş o zaman parçası. Savaş korkusu muydu bizde yaşama coşkusu yaratan?” (s. 17) Komşu ülkeler işgal altındaydı, Avrupa kırılıyordu, buranın bunaltıları bambaşka. Lisede çıkarılan dergi yüzünden kınamalar, uyarılar, edebiyata siyaset bulaştırmamak için uğraşlar tabii, ne kadar mümkünse. O sırada yabancı kaçmasını söylüyor oradan, o tatil köyünden veya otelden kaçmalı adam, daha fazla hatırlamamalı, kentte kendisini bekleyen kadına dönmeli. Diğer yandan yazılacak bir metin var, ömür bitmiş, yabancının aklında bir sürü roman tasarısı, taslağı, tası tarağı, hepsi bir arada ve yarım. Tamamlanmayacak için tamamlanan bir metin, birkaç günde yazıldığı besbelli, şair arkadaşlardan şiirler, ressam arkadaşlardan resimler gelip geçiyor akıldan, galerilerde sohbetler edilmiş de yankıları, ölüler birikmiş o deniz kenarına, dalgalar bile yavaşlamıştır adam ölüme yaklaştığını anladığında. Bir şeyler olmuştu ama ne olduğu olayların içindeyken belli değildi, yıllar sonrasının tozlu merceğinden her şey daha berrak. İronik, zaman hem kesinliyor hem belirsizleştiriyor, bunu da çözmeli. Anlatıcı veya yabancı, ikisinin birliği bu romanla gösteriliyor. Aslında o yaşam bizdik, biz kaybolmadan önce.
Cevap yaz