Tanizaki’nin Gölgeye Övgü‘süyle birlikte okunursa Meiji’yle birlikte radikal bir değişime açık hale gelen Japon kültürünün seyrinden duyulan rahatsızlık daha iyi anlaşılabilir. Kakuzō aşağı yukarı on beş yaş daha büyük Tanizaki’den, tam restorasyon döneminde doğmuş, değişimin sancılarını çocukluğundan itibaren duymaya başlamıştır herhalde. Shakespeare başta olmak üzere pek çok Batılı yazardan bahsetmesi ilginç geliyor başta, adamın on yaşından itibaren özel bir Amerikan okulunda İngilizce öğrenmeye başladığını, sonrasında bütün profesörleri yurt dışından gelen Tokyo Kraliyet Üniversitesinden mezun olduğunu öğrenince iki dünyayı da iyi bildiğini öğreniyoruz. Batı’nın yeniliklerine toptan bir eleştiri getirmiyor Kakuzō, itirazlarını Japon kültürünün yıprandığı ölçüde tutuyor. Çay Kitabı‘nda binlerce yıllık bir gelenek detaylarıyla anlatılıyor ama tek amaç bu değil, asimile olmamanın mücadelesi de veriliyor bir yandan. Tanizaki bunu ışık üzerinden yapıyor, Batı’nın parıltılı dünyasının Japonlardaki gölge kültürünü yok etmesinden yakınıyor. Tokyo’nun şimdiki halini görseydi düşüp bayılırdı herhalde. Neyse, Kakuzō çayın ilaç olarak kullanılmasından sonra içilecek bir şey olduğunun ortaya çıktığını söylüyor, 8. yüzyılda şiirlere giriyor zarif bir eğlence olarak, 15. yüzyılda Japonlar da çaycı oluyor, “çayizm” başlıyor böylece. “Çayizm günlük yaşamın iğrenç gerçeklerinin arasındaki güzelliğe hayran olma temeline dayalı bir külttür.” (s. 7) Estetik bir fenomen değil sadece, ahlakla ve dinle doğrudan bağlantılı. Japonya uzun zaman boyunca dış dünyaya kapalı olduğu için çay ritüellerinin gelişmesine elverişli bir yapıdaydı, her açıdan, sadece çay da değil, çiçek düzenlemekten ev yapımına pek çok alanda geniş bir kültür oluşmuş. Deyim olarak yaşama da sızmış çay, yaşamın yarı şaka yarı ciddi yönlerine ilgisiz kalan insanlara “çaysız insan” denirmiş, çayın sembolize ettiği anlamlara binaen. Çok affedersiniz, gamsız pezevenklere de “çayı fazla kaçmış” denirmiş. Bacchus ayinlerinde çılgınlıktan çılgınlığa koşan insanların kamelyalar kraliçesine kendini adayan Japonlardan bir farkı yok Kakuzō’ya göre, üstelik Konfüçyüs, Lao Tzu ve Buda da var çayın içinde, o halde iki dünyanın da antik gelenekleri bir arada yaşayabilir. Batılıların Japonları garipsemesinden ve küçümsemesinden şikayetçi Kakuzō, üstelik siyasetin oynaklığından da memnun değil. Batı hakkında söylediklerinden biri: “Japonya kendini soylu barış sanatlarına verdiği dönemlerde onu barbar sayma alışkanlığına sahipti; Mançurya’da savaş alanlarında toplu katliamlar yapmaya başladığından beriyse ona uygar diyor.” (s. 9) Batı’nın Doğu’yu ne zaman anlamaya başlayacağını merak ediyor, diğer yandan bazı vatandaşlarının Batı uygarlığının kuklalarına dönüşmesinden rahatsızlık duyuyor. Bizdeki “yanlış Batılılaşma” teranesinin çok benzeri bir şey aslında. Konudan konuya atlıyor Kakuzō, Avrupa’da çayla ilgili ilk yazılı kayıtlara 879’dan sonra rastlandığını söylüyor, Marco Polo’nun düştüğü kayıt 1285 yılına ait, ardından 1610’da Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın gemileri çayı toplu olarak Avrupa’ya getiriyor, sonrasında da bütün kıtaya yayılıyor çay. Keyif Verici Maddelerin Tarihi‘nde çayın serüvenini okuyabilirsiniz, süper kaynak. Küçük bir bilgi daha: deniz yoluyla taşınırsa çayın adı “tee”nin türevleri haline geliyor, kara yolu kullanılırsa “tcha”dan “çay”a ulaşıyor, aradaki farka nakliye şekli sebep oluyor, ilginç. Kakuzō çayın Batı dünyasında iz bırakmış etkilerini anlatıyor kısaca, Boston’dan denize dökülen çayların yaktığı bağımsızlık ateşi, çayı kötüleyen düşünürler, çaya düşkün sanatçılar, kısa kısa.
“Çay Ekolleri” bölümünde çayın serüveni var. Kaynamış çay, çırpılmış çay ve demlenmiş çay olmak üzere üç çeşidi var çayın, Doğu’nun siyasi ve kültürel değişimleriyle ortaya çıkan farklı ekoller. İşin dinî boyutunda Taocular çayı ölümsüzlük iksirinin bir parçası olarak görüyorlar, Budistler de saatler süren meditasyonları sırasında uyku halini engellemek için içiyorlar. Çay demleme usullerine dair kitaplar yazılıyor, hanedanlar değiştikçe yönetim anlayışlarının farklılığı çayın hazırlanış biçimini de değiştiriyor. Doğuluların doğayla kurdukları ruhani ilişkiyi çay ritüellerinde görebiliyoruz, bir demleme çeşidinde “suyun gençliğini yeniden canlandırmak için” bir kepçe soğuk su dökülüyor kaynayan çaya, tapınaklarda ve evlerde kaynatma kabının içine birkaç taş atılıyor ki ağaçların dallarını titreten rüzgârın uğultusu, nehirlerin şırıltısı, şimşeklerin gürültüsü duyulabilsin. Taocu görüşe göre çayın yapılma süreci daha önemli, ebedi değişim ölümsüzlüğü taşıdığı için bir noktaya varmak değil, noktaya yapılan yolculuk önemli, dolayısıyla tamamlanmamışlık daha ilahî bir vaziyet. Taoculuktan türeyen güney Zen mezhebi Japonya’da biraz daha değişik gelenekler çıkarıyor ortaya, Japon çay seremonisi bu işin son noktası. Çay odası Batı mimarisinden farklı, bunu yanında Japon mimarisine de uymuyor pek, sanki bu kutsal sayılabilecek içecek için sanatın yeni formları bulunmuş gibi. Kakuzō odanın ebadından rengine kadar pek çok özelliğini ayrıntılarıyla anlatıyor, bir metrelik kapıdan kafayı eğerek geçme olayı dahil. Malum, saygı göstermek ve küçüklüğünüzün farkına varmak için eğileceksiniz. Odayı, ritüeli selamlıyorsunuz bir anlamda. Bu oda küçük ama efsanelere göre seksen dört bin Buda müridi sığmış buraya, mesafenin var olmadığına dair bir alegori. Zen‘i izlerseniz görürsünüz, az sözcükte çok anlam taşınır, gerçi film iyidir de ben hâlâ Suzuki’nin söylediği bir sözden daha anlamlısını göremedim. Zen’i hissettiğinizde ağaç yine ağaçtır ama ayaklarınız yerden kesilmiştir biraz. Başka biri de güney yarımküreden Kutup Yıldızı’nı görmek olarak nitelemiş Zen’i, bu da iyi. Neyse, Tanizaki’nin de ele aldığı karanlık ve kirlilik olayına değiniyor Kakuzō, gündüz vakti bile çay odasının ışığı hafifmiş, damların eğri saçakları güneş ışınlarının çok azının içeri girmesine izin verirmiş. Tanizaki bu durumu yağmurdan korunmaya bağlıyor, klasik Japon evleri genelde loş. Bunun yanında “düzenlenmiş dağınıklık” diyeceğim, çok önemli. Biraz kirlilik de var işin içinde. Köşe bucak temizlik Kakuzō’ya göre önemli ama ortalığı pırıl pırıl yapmak değil mesele, örneğin bahçede yapraklar kalacak, bir vazodan su damlıyorsa damlayacak, doğanın devinmesinden doğanlar temizlenecek şeyler değil yani. Bunun yanında obsesifler için Zen çay sanatı tam bir sinir harbi, zira tamamlanmamışlık, uyuşmazlık gibi idealler eşyalarla canlandırılıyor, örneğin çaydanlık yuvarlaksa sürahi köşeli olacak, aynı renkten iki eşya yan yana durmayacak, masa benzeri bir şey olan tokonoma‘ya buhurdanlık konarken tam ortaya konmayacak, masa iki eşit parçaya ayrılmayacak. Böyle pek çok kural var, o kadar uzun zamandır uygulanıyor ki çoğu efsanelere karışmış durumda. Nispeten yakın tarihli hikâyeler de anlatıyor Kakuzō, örneğin Rikiu ve Taiko-Hideyoshi arasındaki mevzu. Biri çay ustası, diğeri despot. İyi arkadaşlar ama dalkavukların katakullisiyle Rikiu ölüm cezasına çarptırılıyor. Dostlarını son kez çay odasında ağırlıyor, hepsine çay takımının eşsiz parçalarından birer tane veriyor, kendi içtiği fincanı vermiyor ki acı kaderinin etkisi fincanı verdiği kişiye geçmesin. Sonrasında kılıcını çekip seppuku yapıyor. Çay ustası diye bir şey var yani, saygı görüyor, bir nevi sanatçı çünkü.
Japonların dünyasına doğrudan bakarsınız bunu okursanız, dünyanın öbür ucundaki çay kültürünü öğrenirsiniz, ayaklarınız yerden kesilir azıcık.
Cevap yaz