Bilimin evrimiyle, evrenin doğumuyla ilgili yeni bir şey yok pek, zaten mevzuya ilgi duymaya henüz başlayanlar için bu metin, görece ilginç noktaları ele alayım. Yaşamın tanımları başlangıç için iyi: enerji akışıyla düzen halinde tutulan sistem termodinamik tanım, NASA’ya göre Darwinci evrim ya da doğal seçilimle evrim yoluyla kendini idame ettiren sistem, tabii Dünya’nın dışına çıktığımızda bu tanım geçersiz oluyor çünkü evrimin dinamikleriyle biçimlenmeyen başka yaşam formları olabilir. Karmaşayı görmek eğlenceli olurdu, Bradbury’nin Mars Yıllıkları‘ndaki öykülerinden birinde telepatiyle iletişim kuran ışıklar vardı, uçuyordu bunlar, yaşamı temsil ederler mi acaba? Listeye göre tanım canlıların yapabildiklerinden ibaret, bazı eylemler bir varlığın canlı olup olmadığını gösterir ki yine ışıklara geliyoruz, Lem’in okyanusuna geliyoruz, geliyoruz da geliyoruz ama neyin ne olduğunu bilmedikten, sadece Dünya’yla sınırlı kaldıktan sonra işler karışıyor. Mesele Dünya olduğu için taşmayalım, 1952’de Harold Urey ve Stanley Miller gezegenin erken dönem koşullarını taklit etmek üzere balon camlardan(?) ibaret bir düzenek kurmuşlar, Life‘taki aşırı teknolojik sistemin ilk hali. Biraz ısı ver, hidrojeni az kes derken birkaç hafta sonra suyun bulandığını, kahverengimsi bordoya döndüğünü görmüşler. “Kimyasal analiz sonucunda suyun, canlı sistemlerdeki kimyasal reaksiyonları yürüten karmaşık proteinlerin temel yapıtaşları olan aminoasit moleküllerini içerdiği ortaya çıktı.” (s. 164) Canlı sistemlerin parçası olmadığı açıkça bilinen basit moleküller canlı sistemlerin özelliklerini taşıyan karmaşık moleküller üretmiş, hikâyemiz böyle başlıyor. Antarktika’daki asteroid kalıntıları incelendiğinde bu aminoasitlerin izleri bulunmuş, milyarlarca yıl önce güneş sisteminin doğuşunda oluşan dünya dışı organik parçalar kuyrukluyıldızlarda hâlâ mevcut. RNA molekülleri türedi diyelim, enzim lazım, ikisi birbirini üretebiliyor ama öncelik hangisinde? Bazı RNA türlerinin kimyasal reaksiyonlarda enzim işlevi görebildiği bulunmuş, dönüşkenler. Tek teori bu değil ayrıca, kil benzeri mineraller elektrik yükleri aracılığıyla yüzeylerindeki molekülleri enzime döndürmüştür, ilk hücreler enzimsiz türemiştir, araştırılıyor. Gerisini doğal seçilim hallediyor zaten, dünyada gördüğümüz her canlı aynı kaynaktan geliyor. Gideceğimiz yerde sentetik yaşam, Homo silikonensis var, transistörlerin ana bileşeni silikon olduğuna göre simbiyoz oluşturacağız. Kurzweil, tekillik, ardından başka türlü yaşamların hayali geliyor, gezegenin sıcaklık derecesine göre gerçekleşen kimyasal reaksiyonların farklı derecelerde hızlanabilmesi veya yavaşlayabilmesinin yanında evrimin hiç düşünülmemiş yanlarını açığa çıkarıyor. Gerçi düşünüldü, The Last of Us‘ın açılış sahnesi. Aşırı alçak basınç veya yüksek sıcaklık farklı evrim yollarını açıyor, tardigradlar zaten arsız gibi her koşulda yaşayabiliyor ama sıvıda gelişmeyen bir yaşam mesela, sentetik yaşam veya, Dune‘daki simekler gibi uzayda özgürce süzülmek heyecan verici olurdu. Uzayı katlaya katlaya giderdik. A noktasından B noktasına mı gideceğiz, bas antimaddeyi, kâğıt gibi kıvır uzayı, A’yla B’yi bitiştir, arka tarafa geçiver. Geleceğin olası nakliye biçimi.
Evrende yalnız mıyız, biz neyiz ve yalnızlık ne ki bu sorunun bağlamı dan diye anlaşılıyor, ilginç. DNA dizilimi bizimki gibi olan varlıkları geçtim, karbon atomlarının moleküler omurgasına yapışmayanlar varsa da yalnız olmadığımızı anlayacağız söylenene göre, oysa gergedan benzeri bir canlı bulunsa eminim hemen gömülür, insan merkezli zihnimiz okşanır, böbürleniriz, yalnızlığımızın tadını çıkarmaya devam ederiz. “Hollywood bilimkurgu filmleri, bu varsayımı ve bu kendini beğenmişliği, türe hâkim olan insansı şekilli uzaylılarla ortaya koyar. Ama neden uzaylıların da insanlar gibi dişleri, omuzları ve parmakları olsun ki? Gerçekten, neden Dünya’da bulunan herhangi bir bitki veya hayvana benzesinler?” (s. 190) Silikon karbona göre daha sıkı bağlar kurabildiği için çeşitlenmesi az olur ama bir kez çeşitlendi mi de sıkı olur, pek olur silikonun bağıyla çeşitlenen canlı, öyle kolay kolay evrilmez, neyse odur, yaman olur silikon bazlı yaşam formu. Hidrojenle oksijenin raksından doğan yaşamları biliyoruz da uzaklarda bir gezegen düşünelim, Titan gibi yüzeyinde akışkan sıvı olsun, buzlarının altı metanla dolsun, haydi on milyar yıl da geçmiş olsun, neler olacağını kim bilebilir? “Diğer uçta yaşam formlarının kavurucu, eritici bir kapta geliştiği lavlar diyarı bir dış gezegen olabilir. Bu aşırı sıcaklıklarda, tamamen umulmadık bir şeyin keşfedilmeyi beklediği karmaşık kimyanın neler yapacağını bilmiyoruz.” (s. 192) Zeki olması gerekmiyor, gün boyunca kaynamış kaya yiyebilir veya metan içebilir, bu durumda haberimiz hiç olmayacak çünkü oralara gidemeyeceğiz, muhtemelen evrenin çok küçük bir kısmında dolanıp tamamlayacağız süremizi. Tyson insanın yok olma ihtimalinden bahsetmiyor da önyargıları yıkması gerektiğini söylüyor, misal karbon kayırmacılığı yapmamalıyız çünkü silikon gibi diğer atomlara dayanan formlar olabilir, su kayırmacılığı yapmamalıyız, malum, yüzey kayırmacılığı da yapmamalıyız çünkü altta ne işler döndüğünü bilemeyiz, yıldız kayırmacılığı yine gereksiz, radyoaktiviteyle ısınan bir gezegende her şey olabilir. Beni en çok etkileyen şu oldu: “Yaşamın mutlaka kimyaya dayanması gerekir mi? Yaşam enerji akışları gerektiriyorsa, bazı teorik hesaplamalar elektrik ve manyetik alanların etkileşime girmesinin genellikle canlı sistemlere özgü karmaşıklık seviyeleri geliştirebileceğini göstermektedir.” (s. 199) Havada duran telepat ışıklar, merhaba. Yok tabii bunlar, Fermi’ye göre zaten yoklar çünkü olsalar neredeler, neden görünmüyorlar, bilimkurgu dizilerinde olduğu gibi gelişmemiş yaşam formlarına salça olmuyorlar mı, Arthur C. Clarke’ın Çocukluğun Sonu nam metninde olduğu gibi büyümemizi mi bekliyorlar, nedir? Bir teoriye göre Dyson küresinin benzerleri inşa edildiyse erişimi engelliyor olabilir. Biz de havaya üfürülen dalgaların kablo ağlarıyla kurulan iletişim yüzünden zayıflayacağı, ortadan kalkacağı zaman sinyal gönderemeyeceğiz artık, o son şarkı çalsaydı belki radyo dinleyecekti uzaylılar. Bu pek mantıklı değil gerçi, uzayda kuğu gibi süzülen araçlarımıza sinyal gönderiyoruz, tey Mars’a ateşliyoruz, kesin yayılır. Hatta şöyle bir senaryo: X!ã..,khkhkh, d?masını son ekleme indirince gezegenin en büyük geçidini açacak, gezegendeşlerini POM-289X’in ışınlarından kurtaracaktır nihayet. Aleti indireceği sırada bilmem kaç ışık yılı öteden dalga gelir, d?masın ayarlarını bozar, çpönk diye kendi yaşamsal organlarından birine vurur X!ã..,khkhkh, sentetiğin yenilenmesini, dirilmeyi Ç(Ç( denen asit diyarında bekler. Haydi bakalım.
Her şey nasıl bitecek, bunun için ayrı bir araştırma vardı, neydi o, Her Şeyin Sonu (Astrofiziksel Manada). Özetliyorum, Güneş zaten yaşlılık çağında büyümeye başlayıp bizi iyi bir kavuracak, gezegenleri lüp lüp yutacak. Kızıl dev, yaşlı osuruk. Volkanlar, meteorlar, galaksilerin çarpışması. 10 kilometre eninde ve boyunda bir meteor gelse filmlerdeki gibi havaya uçuramıyoruz bu arada, şimdi videoyu arayıp bulmaya üşendim de NASA çalışanı bir kadın anlatıyordu, dünyadaki bütün patlayıcıları toplasak yine yetmiyormuş öyle bir cismi yok etmeye. Tyson da diyor ki yapmayın oğlum, parça koparırsınız, patlamanın şiddetiyle iyice hızlanır, ölmeyeceksek de ölürüz ondan sonra. Mesele büyüdüğü için burada bırakacağım, sadece şunu söyleyeyim, karanlık madde sayesinde uzay genişledikçe ortam soğumuyor, eğer bu maddenin tükeneceği bir nokta varsa uzayın etkileri seyrelecek, kütleçekim hâkimiyeti devralınca saçılan şey toparlanacak, ölüm. Karanlık madde giderek artıyorsa tansiyonu yükseltecek, Büyük Yırtılma denen naneye yol açacak. Senaryoyu kes: “Bu gelişmede, galaksiler arasındaki ayrım ilk başta artacak, ancak daha sonra uzayın genişlemesi galaksiler içindeki yıldızları ayırmaya başlayacaktır. Yırtılmadan üç ay önce güneş sistemleri parçalanacaktır. Parçalanmadan otuz dakika önce, maddedeki atomlar arasındaki boşluk, tüm maddi nesnelerin -gezegenler, kayalar, insanlar- parçalanacağı noktaya kadar artacaktır. Sonunda, amansız anti-kütleçekim kuvveti bu atomları bile parçalayacak ve ardında sürekli boşalan bir temel parçacık yığını bırakacaktır.” (s. 268)
Cevap yaz