Kate Atkinson – Hayat, Sil Baştan

Bu metni dinledim ben, aklımda yıllardır döner durur, yazının sonuna ekleyeceğim. Ouroboros işte, Budistler başka bir şey der, Hopiler için çatallı yoldan benzer noktaya varan patikalar var, Nietzsche kaktırmış bunu metinlerine, kısacası sadece şimdi, sırf şimdi, büyük çemberin bir yerinde, ilerisi veya berisi yok. İken Ursula bir olasılık çizgisinde zamanın dairesel değil, palimpseste benzer bir yapıda olduğunu söylüyor, üzerine defalarca yazılan, katmanlardan oluşan parşömen. Dairesel olduğunu düşünürsek herhangi bir sondan bahsetmek mümkün olmayacak, parşömenin sınırlarını bilmemenin zihinde oluşturduğu imgeyle ilgili sanıyorum, biyolojik yapımızdan kaynaklı daire çizme meylimiz -ormanda, açık alanda, herhangi bir yerde kerteriz olmadan dümdüz yürüyememenin çok iyi bir açıklaması var- daha bilindik noktaları kerteriz bellememizi sağlıyor aslında. Daire tamamen kaybolmamakla, bilinenin, hiç bilinmeyecek olanın, muhtemelen bilinecek olanın yerini hazırlamakla ilgili. Déjà vu, jamais vu, Atkinson mevzuya kendi tarafından bakınca işin içine Laplace’ın şeytanını da karıştırıyor ama adını geçirmiyor, bu kapalılığı göz önüne alınca aslında olasılık çizgilerinde kesişen noktaları biraz fazlaca gösterdiğini düşünüyorum çünkü yaşamının herhangi(?) bir noktasına bedava yolculuk yapabilen Ursula’nın rastgelelikten kurtulduğu tek bir senaryo var bana kalırsa, geri kalan yolculuklar biraz duygu yoğunluğuyla istikametini buluyor da metnin başında yer alan suikast sahnesinin yaşanmasına neden olan değişimin kodları serbest dolaylı anlatıcının Ursula’nın zihninden pek kopmamasıyla görünür hale geliyor. Bu arada karakterlerin her bir olasılık çizgisinde önceki çizgilerdekinden azıcık daha farklı yaşantılara sahip olduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor, buna rağmen bu yaşantıların karakterlerin davranışlarında, psikolojilerinde pek de fark yaratmamış olmasını da araya sıkıştırmamız lazım çünkü metnin en büyük eksisi bu. Evet, Ursula defalarca ölür, etrafındakilerden bazıları defalarca ölür, bu kayıpların bazıları kritiktir, travmatiktir, kişilikle ucundan oynayabilecek niteliktedir ama hiçbir olasılık çizgisinde hiçbir karakter bilişsel veya duygusal açıdan değişmez yahut çok çok az değişir, o da yokluğun açtığı boşluğu görünmez kılar. Kaderci bir anlayışa yakın, yol sırasında inşa edilen sadece olay örgüsü, karakter zaten belli. Kabullenmişlik mi demeli, ruhsal çatışmalara yer yok, Ursula gençken tecavüze uğrarsa yaşamını kirlenmişlik üzerinden kuracaktır, ailesi öyle kurduracaktır daha doğrusu. Karakterler teslimiyetlerinden fazlasını sunmazlar, olasılık çizgileri kusursuz, dümdüz ilerler, eğrilmelere yol açacak etkenler yok gibidir. İrrasyonellik örneğin, Ursula’nın halası Izzie anlatıdaki en kaotik karakter olarak görülebilir, aslında coşkun yaşamının ihtimallerini sırf ikili ilişkileriyle belirlediği için kalıptır. Nedir, sınırları diğerlerininkinden daha belirsiz bir kalıptır ama çizgisinin dışına hiçbir şekilde çıkmayacaktır, yani metindeki hiçbir karakter gerçekten şaşırtıcı bir kararla kaderinin dışına taşmayacaktır. Atkinson tesadüflere yer verir ama karakterlerin davranış örüntülerini ortaya çıkaran, karar alma mekanizmalarını tetikleyen veriler halihazırda mevcuttur, neyi neden yaptıklarını anlarız. “Daha önce gelmişti buraya. Daha önce hiç gelmemişti buraya.” (s. 471) Belki biraz daha belirsizliğe yer olabilirdi, yaşamın zenginliğini olasılık çizgilerinin çeşitliliğinden, sırf o çizgilerin mevcudiyetinden değil de başka türlü, daha karmaşık biçimde göstermek mümkün müydü diye düşünüyorum, bir noktada serbest dolaylı anlatıcının kullanılışından yakalıyorum bu başkalığı. Konuyu açmışken kitabın orijinal adına değinmeden olmaz, Life After Life‘ı “sil baştan”lıkla karşılarsak yolculuktan geriye hiçbir iz kalmamış gibi anlaşılıyor, bu doğru değil oysa, Ursula önceki çizgidekinden farklı bir sebeple Dr. Kellet’ın karşısına çıktığında çizgileri çakıştırarak konuşuyor, örneğin “Gus” diye birinin fotoğrafının yer aldığı rafa bakıp fotoğrafı göremeyince Kellet’a fotoğrafı soruyor, Gus diye birini tanımıyor bile Kellet, başka bir olasılıkta hayatının merkeziydi. Neyse, Dr. Kellet gittikleri bir mekânda harika çikolatalı kek yaptıklarını söyler, birkaç paragraf sonra on yedi yaşındaki Eva Braun’un “Brownie” marka fotoğraf makinesine film takmaya çalıştığını görürüz çünkü Ursula dil ve edebiyat eğitimi alırken Almanya’ya gidip orada takılacaktır biraz, oranın vatandaşlığını alıp Nazi teröründen kaçamayacaktır biraz, oradan tam zamanında kaçacaktır biraz, oraya gidip hemen dönecektir biraz, oraya hiç gitmeyecektir biraz, her şeyin birazı ayrı çizgidir, Dr. Kellet’tan ayrılan Ursula eve gidip tüm o müstakbel, mamul, halihazırda mevcut anılarının karışımına kulaklarını açacak, gideceği yeri bilecektir artık, acayip güzel çikolatalı tatlılar yediği masa bu belli belirsiz sezgiyle gidilebilir duruma gelir, kendini boşluğa bırakan kadınla birlikte metnin başına ve sonuna gideriz, küçük değişiklikler haricinde aynıdır o bölümler. Eva Braun’un en yakın arkadaşlarından biri İngiliz kadın, Hitler’in masasına oturabiliyor, adamın patolojisine aşina, eve yazdığı mektuplarda dünyanın başına neyin geleceğini kestiriyor biraz, ailesini ve bildiği her şeyi mahvedecek adamın karşısına geçer geçmez silahını çıkarıveriyor. Çizgilerin kesişen yoğun izleri bir harita çıkarabiliyor ortaya, Atkinson bu haritayı tek bir kez oluşturuyor, Ursula’nın bir başka yaşamda nereye gidebileceğini, gideceği yeri sezgileriyle belirlediğini görüyoruz. Esas mesele ölüme yol açan her nirengi noktasına dönmek veya dönmemek, yani Atkinson’ın olasılık çizgileri sıralaması keyfî gibi duruyor, yolculuğun yapısından ötürü değil. Şundan diyorum, bazı noktalar birbirine çok yakın olduğu için, diyelim ki Birinci Dünya Savaşı bittiği için kutlamalara gidecek Ursula’yla evin hizmetçisi Bridget, yanlarında Bridget’in sevgilisi Clarence. Gittikleri zaman İspanyol gribine yakalanıp ölüyorlar, ikinciye gittikleri zaman Clarence gelmiyor ama ikisi ölüyorlar, üçüncüye başka bir şey, dördüncüde Ursula bir itekliyor Bridget’i, merdivenlerden tepetaklak, haliyle gidemiyorlar ama psikopat mıdır nedir ortaya çıksın diye küçük Ursula’yı Dr. Kellet’a götürüyorlar. En azından ölmüyor Ursula, ne oluyor, bu anlatılanlara kaç yüz sayfa sonra paralel bir çizgi: Ursula gidip dan diye yalan söylüyor Bridget’a, Clarence bir başkasını öpmüş de bilmem ne, Bridget sevgilisinin şenliğe gidip İspanyol gribi kaparak ölmesini diliyor, Ursula en azından birini aşağı itip sakatlamak zorunda kalmadığını söylüyor. Şaşırıyor Ursula’nın annesi Sylvie, ne alaka? Ursula da bilmiyor, başka bir hayattan gelen sözcükler. Maksadım birden fazla save belgesinin kronolojik olarak düzenlenmemiş olduğunu göstermek, farklı çizgilerin farklı çağrışımları birbirini tuttuğu halde hiç tutuşmayanları da varsa, Atkinson sadece frekansı uyuşanları, birlikte titreşenleri ele aldıysa bunu sıralı bir şekilde sunmuyor çünkü titreşim noktaları aynı zaman diliminde yer almayabiliyor, burada çağrışımların gücü ortaya çıkarken dış etkenlerin belirleyiciliği tavan artık, karakterlere çizgileri birleştirmek kalıyor. Sonda bir numara olarak var özgür irade, gerçi varlığı tartışılabilecek kadar kurgu ama öyle diyeyim. Ursula’nın doğduğu fırtınalı geceye defalarca döneriz, öldüğü olur bebeğin, yaşadığında olacakları zaten biliriz de belirsizlikte bırakmak mevzuyu, bebeği doğurtacak kadının bir handa kar yüzünden mahsur kalıp kalmadığını açıklamadan noktalamak benim aradığıma en yakın hikâyeleştirme biçimi işte, hiçbir şeyin o kadar kesin, belli olmadığı, olasılık çizgilerini neden-sonuç ilişkileriyle açıklayamadığımız, açıklamak için elde yeterli verinin olmadığı müphem alan. Kuantum çorbası. Yılan da yine yılandır yoksa, kuyruğunu yutar biter. Lakin boşluk iyidir.

Başka ne, Ursula’nın yaşamlarında İkinci Dünya Savaşı’nda bombalanarak, ezilerek, türlü şekle girerek ölmek, yaralıları kurtarmaya çalışırken başsız, kolsun bedenleri çiğnemek, dengesiz kocadan dayak yerken başka çizgiye atlamak, Alman koca yüzünden Almanya’dan kaçamamak, bir dünya olay var. Atkinson on numara kurmuş, çok benzer bir biçemi Antik Ortadoğu’nun mistik, esrarengiz havasında kuran Ted Chiang’in gösterdiği gibi zaman tercihi doğrudan etkili değil, Nietzsche olmadan da on numara olurdu kurgu, zenginlik diyelim. Çok iyi roman yani, tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!