Uyukladım bayağı, önümdeki uzun saatleri düşünüp canımı sıktım, uzun zamandan sonra ilk kez kitabı yarım bırakmayı düşündüm. Sonuçta okurunu öldürmeye çalışan bir metni neden sündürmeliyiz, bırakalım gitsin. Bırakalım başkalarının hafta sonunu katletsin, ne gerek kendimizi sıkmaya. Ama ne oldu, ne tuhaf oldu yahu öyle, üçüncü bölümle birlikte evin geçmişi bir açıldı, hayalet veya enerji, ne haltsa, anlatıcılığıyla bir çekti içeri, daha bırakmadı. Metnin düzelti yüzü görmemiş olması başlı başına sıkıntıydı, “Stairway to Heawen”ınıyla meşhur “Led Zepplin” şarkıcısı ve diğer cortlamalar yüz ekşitti resmen de Bitiya’yla başlayan hikâye tuttu, savurdu sona. Himalayalar’ın eteklerindeki evine dönen münzevi Bitiya insanlardan bir müddet uzak duracak, şiirler ve şarkılar arasında yaşayacak, asitle münasebet kuran yüzünü kimselere göstermek istemiyor çünkü. Sevgilisi Anand’ın kız kardeşiyle aynı okulda çalışan Bitiya öğretmenlikten memnun, İngilizcenin en büyük yazarlarını ve şairlerini öğretiyor, diğer yandan 1970’lerin gruplarına kırıyor çarkı. İyileşme sürecinde ihtiyaç duyduğu başka bir şey yoksa da evin o kadar “canlı” olduğunu tahmin etmemişti, yabancılaşmayla boğuştuğu ve akıl sağlığını korumak için onca ilacı lop diye yuttuğu için dengesi sürekli kaykılsa da iyileşme emareleri vardı, sonlara doğru iyileşmenin anlamını bile sorgulamaya başlıyor. Parçalarını söküp inceleyebileceği bir geçmişi var elinde, hesaplaşmalarına şahit olacağız ama evle birlikte yeni bir yaşam formu oluşturacağını bilmediği için gerisi hayret. “Doğrusal zamanda sadece son bir dönem, ancak bu benim kendi yaşamımdan vazgeçip inzivaya çekilmeme neden olan bir doğrusal zaman. Bu zaman, nişanlım Anand’ın kaba bedeni usulca boş odanın ortasında sallanırken, bir ağustos böceğinin ahşap doğramalarda ısrarlı şakımalarıyla cırıldayarak ağır sessizliği bozduğu sırada, tavan vantilatöründen sarkıtılan uzunca bir ilmik ile havada asılı halde.” (s. 11) Anand’ın geride bıraktığı mektupta tek suçlunun Bitiya olduğu yazıyor, Anand’ı aldattığı halde hoyrat davranışlarını sürdürerek açtığı yara ölümle kapanmış. Bitiya’nın Anand’ı zerre sevmediğini, hatta manipüle ettiğini görüyoruz, aşağılıyor bazı, bu tavrını gören kız kardeş dayanamayıp basmış asidi, iş arkadaşının yüzünü dağıtmış. İnzivada uzayan saçlar yüzün deforme kısmını örtünce, hani geri dönmek için bir sebep sonuçta, çizgisel akışın bir yerinde yaşam devam etmeli ama ediyor zaten, dönmeye lüzum yok o zaman, Bitiya eve ait, ev Bitiya’ya ait, başka bir yerde yaşamak için başka bir travma oluşmalı. İlaçların etkisinden şüpheleniyor kadın, denk geldiği olağanüstülükler gerçek olamaz, mantığa sığar yanı yok, hani “Light My Fire”a eşlenecek kadar uçuk, anca Jim Morrison bilmiştir Bitiya’nın yaşadıklarını. Düzey aynıdır belki de türlü inançların tokuştuğu o coğrafyada ritüellerin gerçekdışı olduğunu gösteren hiçbir emare yok, halüsinasyonu fişekleyen ilaçların ötesinde Lohaniju mesela, Bitiya’nın atalarına da uşaklık yaptığını söylüyor, ev inşa edildiğinden beri oradaymış sözde. Mümkün değil, evi yerlilere yaptıran misyonerin günlüğünde 1860’ların sonları işaret ediliyor, Lohaniju kim o zaman, ne veya? Yılanlara karşı dikkatli, yakınlardaki tapınaktan gelen ziyaretçinin gölge düşürmemesine şaşırmıyor, belli tanrılara tapan kadınlara karşı çok dikkatli, ayrıca günlükte ve hayaletin anlatısında da yer alıyor. Mitik bir varlık, tanrıların ateşlediği bir yardımcı Lohaniju, 13 Assassins‘teki Koyata Kiga adeta. Filmde bizim suikastçılar ormandan geçerlerken ne idüğü belirsiz bir adamla karşılaşırlar, bakarlar ki adam iyi bir iz sürücüdür, dövüşten kaçmaz, alırlar yanlarına. Sonradan ortaya çıkacaktır ki Maymun Kral adıyla bilinen efsanevi bir varlıktır Kiga, delik deşik edilse de ölmez, keyfine ayılarla dövüştüğünden vurduya kırdıya yatkındır, insanın uydurduğu kurumlara değil de insana değer verir falan, gidiyor böyle. Lohaniju evin hikâyesini anlatırken güç çizgilerinden bahseder bir yerde, dağların o bölgesine kondurulan evin normal bir mesken olma ihtimali yoktur ki 1860’lardan sonrasındaki hikâyelere baktığımız zaman göreceğimiz üzere benzer varlıklar musallat olur yaşayanlara, ölümlerine yol açacak ölçüde. Hayaletimiz anlatıyor ama önce misyonerin günlüğüne bakalım.
Bitiya’nın bölümlerinde kültürel etkileşimin tek taraflı işlediğini rahatlıkla görürüz, Batı’nın kodlarını alan Bitiya klasik eserlerden medet umar, Emily Dickinson okur, dinlediklerini zaten söyledim. Asimile olduğu için tapınakta şahit olduğu tuhaflıklardan ödü kopmuştur belki, yıllar önce evde hayatını kaybeden Batılılar onun kadar korkmamışlardır mesela. Misyonerin zaten dünyadan haberi yoktur, Hıristiyanlığı yaymak için elinden geleni yapmaktadır o, Hinduların inanışlarını ilkel bulduğu için aşağılar. Burada da kolonyalizmin doğrudan patlattığı şepeşilleyi görürüz, Hindistan’ın işgal edilerek medenileştirilmesinde misyoner gibilerin önemi büyüktür, yerlileri “eğitmek” için uygarlığın temsilcilerinin oralarda dolanmaları şarttır. Günaha karşı çıkabildikleri ölçüde tabii, misyoner yerli kızlardan birine tutulunca ahkam kesmenin pratikten daha kolay olduğunu acı bir biçimde anlar. İnşaat sırasında bellidir işlerin ters gideceği: “Köylüler şu anda evin inşaatına devam konusunda her zaman olduklarından daha gönülsüz davranıyorlar, inşaatın bulunduğu noktanın lanetli olduğunu, içerisinde kötü ruhların yaşamakta ve âlem yapmakta olduklarını söylüyorlar.” (s. 62) Misyoner o eve tekrar gideceğini söylemesine rağmen gitmez muhtemelen, yerine başka bir rahip gidecek ve misyonerin günahlarını üstlenecektir zamanı gelince, bilmeden. Eh, hayaletli kısma geleyim artık, metnin en sıkı noktasına. Bitiya’nın patolojik yalnızlığı tamam, misyonerin faaliyetleri de tamam, sıka sıka suyumuzu çıkardılar, kuruduk, sonra bir yeşilleniyoruz, on numara. “Burada biz ruhların siz insanları görmesinin ne kadar zor olduğunu açıklamalıyım. İlk olarak bir perspektif problemi var, daha sonra dönüşüm sürecinde oluşan bir deformasyon, biçim bozulması sorunu var. Bütün bunlara rağmen, görüntüsü kendi özalgısının sadece temsili ve taklidi olduğu halde, Dona Rosa güzel, baştan çıkarıcı ve çok kadınsı görünüyordu.” (s. 93) Görüntü ele alınıyor burada, sonradan iletişim ve algılama gibi nitelikler incelenecek, hayaletlerin var oluşlarına dair “içeriden” dört dörtlük açıklamalar sıralanacak. Korku filmi gibi sahneler de göreceğiz, Dona Rosa’ya âşık olan hayalet yeri gelince Doktor Wolcott’un bedenini ele geçirerek hamile bırakacak Dona Rosa’yı, bebeğin kimden olacağını bilemeyip üzülecek. Matrak gariplik: bedene giren hayaletin spermi yok ama spermi ateşleyecek noktada direksiyonu ele alan hayalet var. Yeni bir ahlak anlayışına ihtiyaç duyacağımız iki hadise var, ilki zaten yapay zekâ, ikincisi de iletişime geçmeye niyetli hayaletler. Gerçi “yeni ahlak” lazım olduğu kadar lazım değil de, illa bir şey değişecek ama ahlaki kısım değişimin onda biri kadar tartışılmayacak zannediyorum. Neyse, Wolcott geçmişte Aleister Crowley’nin öğrencisi, haliyle Dona Rosa’yla birlikte ritüeller, ayinler düzenliyor, evde bir dönem yaşayan Munro ve Marcus da spiritüalizm gibi üfürükten işlerle uğraştıklarından Wolcott’a saygı duyuyorlar. Evden yitik çıkmayan kimse yok diyebiliriz, herkes bir şey kaybediyor, şanssız olanlar canı. Şu da var, sarmal anlatı isim verilmese de yaşamın gerçeğine yakınlığıyla öne çıkıyor metinde, anılıyor. Hikâyenin yapısındaki önemini bilseydi daha bir sarardı karakterlerle olayları, başlarda bahsedilen parslar ilerleyen bölümlerde mutlaka ortaya çıkıyor, kısaca değinilip geçilen detaylara uzun halleriyle rastlayabiliyoruz, metin hafızası kuvvetli. Hayaletimize insanlarla münasebet kurduran Peder Benedictus’u da saygıyla anayım şurada, yaşamın dışındaki sesleri de duyabilen Benedictus hayalete kelimeleri öğretiyor, dinginliği bir de. Evdeki kötülükle savaşmaya karar verdiği zaman sonucu mutlaka biliyordu ama durmadı cesur yürek, yüzünde donup kalan bir gülümsemeyle değiştirdi dünyasını. Yaşa Benedictus.
İlginç bir metin, çoğu okurun sevmeyeceği bir yapı. Değişik işler peşinde koşan bakmalı.
Cevap yaz