Münir Göle’nin Borges çevirilerine ve Çıkış Yolları nam metnine aşinayım, kesik boğazını veya kimyasalla dolu midesini yaşamdan istifa dilekçesi olarak kullanan insanların hikâyelerini ayıla bayıla okumuştum. Göle’nin ilk romanını gayet ayıkken okudum, biraz zor oldu, değdiğini de pek söyleyemeyeceğim ama ilginç bir anlatı bu, konular tam bağlanamasa da sıra dışı denebilir. Daha doğrusu şöyle: kız arkadaşı Anna’nın eski sevgilisi ortaya çıkınca bunaltıdan bunaltıya koşan isimsiz anlatıcımızın (kendisine bundan böyle “Hö” diyeceğim) ezoterizm, II. Rudolf, simya, Hermes Trismegistus bileşenleriyle acıdan çıkış yolunu araması, Platon’la Aristoteles’i tokuşturarak edindiği cevapla kendini Anna’nın kapısının önünde bulması ile ölümü anlamlı hale getirmeye çalışırken zıplayan kutsal domateslerin felsefesini irdeleyen bir adamın çabası aynı keseye konabilir. Mevzunun felsefî, tarihî yönü o denli ağır basar ki bin adet Anna’yı karşı kefeye koysak terazi kırılır, öylesi bir dengesizlik. Yaşamın doğal akışına aykırı hadiseleri karakterlerin sıklıkla kestikleri pozlara bağlarsak yine dikiş tutmuyor, Hö’nün II. Rudolf’la ilgili bilgi almak için kendisini aşağılayan, ırkçılık yapan Anna’nın profesör babasına gitmesi nedir, Hö’nün memleketten arkadaşı Eray’la aşırı spektaküler muhabbetleri keza, romanı delik deşik ediyor resmen. Malumat okyanusunda kâğıttan bir gemi gibi süzülüyor okur, sağdan simyacılık dalgası vuruyor, soldan hafızaya dair upuzun pasajlar vuruyor. Kurguya yedirilmiş deneme değil bunlar, karakterlerin bilgi gösterisi. Herkesin söyleyeceği muazzam vecizeleri var, Anna hariç. Hikâye üzerinden anlatmalı gerçi, dağılacak.
Hö bir üniversitede çalışıyor, uzun zamandır Anna’yla sevgili. Avrupa’nın sisli bir şehrinde yaşıyor, her gün geçtiği köprüde II. Rudolf’un heykeli var. Yaşadığı şehri seviyor, büyüdüğü şehri de seviyor, düalizm başlarda ortaya çıkıyor böylece. Değişimin yaşamdaki en önemli parçalardan biri olduğunu biliyor, “pencerelerinden deniz taşan” memleketiyle “gizemini sislere damıtan” bir başka memleket çifte yaşamın mekanını oluşturuyor, Hö’nün en yakınları Anna’yla Eray gibi görünse de biri katı gerçekliğin can acıtıcı simgesi, diğeri tarih tahsili görerek Hö’nün aklını karıştıran uçtum akıllı bir kırık, zıt kutuplar olarak düşünülmeleri daha iyi. Her şey yolundayken bir gün eski sevgilisini gördüğünü söylüyor Anna, Hö’nün dünyasını tersine çeviriyor. Aşağıda olan yukarıdadır, malum. Dokuz yıldır yaşadığı ev yabancı geliyor Hö’ye, sokaklar, şehir bir başka, yıkıldı yıkılacak. Onca zamandır iyi gizlenen geçmiş nihayet ortaya çıkıyor, Hö dinlemek istemese de dinliyor Anna’yı: Ressam morukla mutluymuş bir zamanlar, tedirginlikle çevrelenmiş bir haz. Süper sevişiyorlar, adamın parası olmadığı için genellikle Anna’dan geçiniyor ki yıllar sonra karşılaştıkları zaman da hesabı kilitlemiş bir güzel. Paris’te sergi açacakmış adam, Anna’nın bulunduğu şehirde işi olduğu için gelmiş, görüşmüşler. Aslında bu kadar ama eşelenecek, ortaya çıkarılacak gizemler var, Hö’nün bâtıniye meyletmesi ne yazık ki bundan. Yazık çünkü eski sevgilinin bilinmeyen geçmişi mi tetiklemeliydi bilgi açlığını, eh, daha sağlam bir kurgu ve olay örgüsü düşünülebilirdi. İkilikler üzerinden gidiyoruz da Hö’nün ilişki tercihleriyle Eray’ınkini kıyaslamak neden, birinin tek eşli bir yaşam sürdürürken diğerinin daldan dala konması, yara bere alarak yaşamaya çalışması nasıl bir katkı sağlıyor kurguya, bilmem. Kurulmuşken karşıma çıkanları sıralayayım, eski sevgili hikâyesinin kısa versiyonu tedavüldeyken Anna’yla bir mekana gidiyor Hö, oturup müzik dinliyorlar. “Alman vurgusuyla İngilizce sunuşlar yapan, hırsı ve iddiası büyük, yeteneği cüce piyanist kendi kendine yeter gibiydi. Bir süre adamı seyretti, yaptığını ne denli ciddiye aldığını görmek eğlendiriciydi. Derin anlamlar, karmaşık yapılar arayışında çıkardığı içi boş, kof sesleri, sığ duygusunun kalabalık notaları arasına tıkanıp kalmasını kimbilir nasıl yorumluyordu kendisiyle baş başa kaldığında? Sanatının anlaşılmadığını mı, yoksa insanların aşağılık olduğunu mu düşünüyordu acaba? Belki de dünyanın bayağılığı karşısında içsönüklüğüne kapılıyordu.” (s. 17) Daha devam ediyor da lüzumsuzluktan kendini imha edecek neredeyse, Hö’nün gayet sıradan çıkarımlarından gına geliyor. Yediği müthiş lezzetli salatadan, salataya konan malzemelerin tazeliğinden, salata tabağının bilmem nesinden gına geliyor, karakterlerin ironik bir biçimde gülümsemelerinden, popolarını istihzalı bir şekilde şaplaklamalarından, klasik müziğin en seçkin eserlerini dinlemelerinden gına geliyor, Hö’nün magnifik duyarlılığı dünyanın ne kadar bombastik olduğunu gösterirken öyle dünyanın köküne kibrit suyu dökmeye mecalimiz kalmıyor çünkü ders başlıyor nihayet, şehre sinmiş mambo jambo, çokokremi altına dönüştürme kokusu, deli kralın büyülü müyülü uğraşları, ne varsa her şeyi öğrenmek zorunda Hö. Öğrenirse, şehri tanırsa o zaman Anna’yı da tanıyacak ve aralarındaki uzun sessizlikler, suçlamayla dolu bakışlar ortadan kalkacak, tekrar mutlu olacaklar. Öncesinde bağır çağır bir kavga ediyorlar, en klişe sözlerle birbirlerine yükleniyorlar ve Hö basıp gidiyor, memleketine dönüp Eray’ı ve ailesini görecek. Kavgadan önce Anna’nın sevişmek istememesine rağmen zorla sahip olmuş kadına, Hermes Trismegistus’la ilgili araştırmasına kütüphanede devam etmemiş de Eray’a mektup yazmış bilgi için, yani nereden tutsak elde kalıyor. Arada Rönesans’a, Tanrı’nın kendi sureti olarak dünyaya, Felsefe Taşı’na rastlıyoruz, göz kamaştırıcı açıklamaları löp löp yutuyoruz. Hö’nün dayısının eski eşi Melike Abla çıkıyor ortaya, anlatının sonunda tekrar beliriyor ve kendi hikâyesini anlatıyor, eşler arasındaki sıradan çatışmaları. Ailesi sıfır etki gücüyle Hö’yü yönlendirmeye, iş bulmaya çalışıyorlar ama pek bir şey çıkmıyor. Hö dinlenecek ve patolojik bir bağ kurduğu metafizik alavereyi çözmeye çalışacak o sıra, Eray’ın arkadaşı Ümit’in çalıştığı fabrikaya gidip maddenin dönüşümünü gözlemleyecek. Ha, öncesinde eksikliği okurun iliklerinde hissedilecek şöyle bir bölüm var: “Yemekhane, Ümit’in sosyal tesisler dediği ek binadaydı. Altışar kişilik birkaç masanın üzerinde bembeyaz örtüler vardı. Yalnız beyaz yakalara ayrılan yemekhanede, cumartesi olduğu için kendilerinden başka kimse yoktu. Servis yapan garson, beyaz önlüğüyle bir köşede duruyordu. Tabldot, tarhana çorbası, etli kuru fasulye ve erik kompostosundan ibaretti. Leziz yemekleri yerken, Ümit’in açıklamalarını dinlediler. Döküm fabrikası, otomotiv sanayi için dökme demir parçaları üretiyormuş, on beş yıl önce yıllık kapasitesi üç bin tonken, bugün büyümüş ve iki vardiyayla kapasite on sekiz bin tona ulaşmış. Fabrika yüz yirmi işçi, çoğu mühendis otuz memur çalıştırıyormuş.” (s. 232) Paragrafın geri kalanında fabrikaya, çalışma düzenine dair bir sürü şey sıralanıyor. Bir yerde kayışı koparmışım, sayfanın üzerine “BİZE NEEEEE?!” yazmışım, hiç olmamıştı mesela böyle bir şey şimdiye kadar. İşte, demir atıklar başka bir şeye dönüşüyor orada, Hö aydınlanıyor, sonra profesör babayla konuşmaya gidiyor, şehrin gizemini çözüp simya yoluyla fiyonk makarnaları altına çevirince Anna’nın evinin önüne gidiyor, bütün o bunalım bitiyor ve muhtemelen çalıyor kapıyı. Sırlardan sır çıkaran etkileyici bir cümleyle bitiyor roman: “Bir’den iki, iki’den üç çıkmıştı, üç’ten yepyeni Bir çıkacaktı.” (s. 275) Mesela bu Hermes Trismegistus’un başını çektiği şalala tayfayla ilgili bir çıkarım, Hö’yü bağlar gibi görünse de bağlamıyor çünkü öylesi bir aydınlanma yaşamıyor bu adam, romanın başında canını sıkan dert hâlâ yerli yerinde durmasına rağmen edindiği ansiklopedik bilgilerle bilişsel yapısını değiştirip kendini baştan programlıyor herhalde.
Parçalar ayrı ayrıyken on numara, bir araya geldikleri zaman kafa göz yarıyor. Dileyen okusun, bu.
Cevap yaz