İplikçi’nin ilk kitabı.
“Doğum Günün Kutlu Olsun”, sonu başına varan bir çember öykü, İplikçi’nin öykülerinin karakteristik özelliklerinin hemen hepsini taşıyor, toplumsal duyarlılıkların bir kısmı dahil. Anneannesini motosikletiyle huzurevine götüren anlatıcı yolda kaza yapıyor, “yol bilincinden çıkıveriyor” ve zamanda bolca atlayıp zıplamalı bir anlatıya giriş yapıyoruz. Kendine gelen anlatıcı bisikletiyle yaklaşan genç bir kadın görüyor, anneannesinin gençlik hali. Torununa yanlış yerde durduğunu söyleyen kadın gözden kayboluyor, anlatıcı yürümeye başlıyor, gece vakti uykuya dalmadan önce anneannesinin uzaklardan gelen kahkahalarını duyuyor. Sabah olduğunda içmeye başladığı suda yansımasını görüyor, bir katilin yüzünü. Çığlık atıp bayılıyor, uyandığında Taksim-Beşiktaş dolmuşunda. Yayılarak oturduğu için azar işitiyor, tartıştığı insanların yüzüne çantasındaki spreyi boşaltıyor, harala gürele geçen yolculuğun sonunda Taksim’e varıyor, anneannesi önünde, seksen iki yaşında. Evine yerleştirdiği Yeşilköy-huzurevi arası multivizyon gösterisinden ve doğum günü hediyesi olarak aldığı motosikletten bahsediyor, iki kişiyi öldürdüğünü söyleyen torununun kafasının karışık olduğunu belirterek sonlandırıyor öyküyü. Sprey yüzünden ölen insanlarla sudaki katil suratını eşleriz, daha da pek çok öğeyi eşleriz, oyunlu bir öyküye varırız ama bazı çapaklara da rastlarız, örneğin dolmuştaki hengame sırasında anladığı kadarıyla durumunun hiç de iç açıcı olmadığını söyler anlatıcı, kör göze parmaktır. Adının hem Hayat, hem Dursun olabileceğini söyler, öykü uç verir böylece. Aslında kötü biri olmadığını da belirtir, niyeyse. Öz değerlendirmeler akışı duraksatıyor kısacası, başka öykülerde de örnekleri var. İplikçi öykülerine kattığı özgün sesin, Karasuca söylemek gerekirse “incelttiği” anlatının konusunu peşte bırakıyor bazen, dilin oldukça önde koştuğu bölümler ve cümleler var, yersiz birkaç alıntıdan da bahsedilebilir. Bir ilk kitaba göreyse pek rahatsız edici değil bunlar, kurguların başarısı bu tür gölgeleri dağıtıyor. Öykülerin aynı sese sahip olması rahatsız edebilir belki, bu konuda da kitaptaki her öykünün aynı çınlamadığını söyleyebiliriz.
“Herşey Bir At Sineğiyle Başladı” mitolojiden türemiş bir öykü. Poseidon, Zeus, at sineği, kovalamaca. Anlatıcıya göre sözü bir uğultu olabilir, farkı ayırt edemiyor, geçen çağlar boyunca sesini kaybetmediğini biliyor bir. Dürüst bir at sineği olduğunu söyleyerek noktayı koyuyor. Kısacık bir öykü, kitapta aynı kısalıkta birkaç öykünün yanında sayfalar süren öyküler de var, karılmış bir toplam. Bu öyküde de bir uç var, şöyle: “Kimbilir, bu yitirişin nedeni zamanın ta kendisi de olabilir, aslında zaman ta en baştan benim içimdeydi. Bu yüzden kithara çalınırken ya da bir ud taksiminde müziğe eşlik edemedim. Oysa Persler bunu yüzyıllarca önce yapmışlar. İskender düğümü çok önceden çözmüş, Kybele, Siibeeeel pabucu yarım kadın, doğrusu ya esaslı kadınmış.” (s. 15) Neden? Öykünün tamamı alıntının geri kalanındaki gibi, sondaki oyuna lüzum var mı? Tercih meselesi ama anlatının şirazesini kaydırıyor ister istemez.
İplikçi zaman çizgisini karman çorman hale getirip öyküleri parçalı yapılar halinde kuruyor, okur olarak parçaları bir araya getirmek oldukça keyifli, her bir sözcüğe dikkatle yaklaşmak gerekiyor. “Harika’nım” bu tür bir öykü. Elde anlatının sonunda ortaya çıkan bir Harika’nım, Sabiha’nın evliliğinin başı ve sonu, on yıl içinde incelikten kalınlığa doğru büyük bir değişim geçiren koca ve şıkır şıkır oynamak var. Sabiha evlenmek üzere, gelinliğini diktirmek üzere Harika’nım’a gidiyor, arada evliliğinin çöküşünü ve Harika’nım’ın seksen iki yaşındaki annesiyle ve otuz kedisiyle birlikte yaşadığını anlatıyor. Harika’nım’ın büyüsü sadece sonda söylediği, evlilikle ilgili en temel şeylerden kaynaklanmıyor, belki ağırlığı o sözler çekiyor ama yaşamı da sihre kayan bir gerçekçiliğe sahip, İplikçi’nin dili sağ olsun. Bol imgeli, çağrışımlarla süslü. Sabiha’nın ters yola girmesiyle celallenen adam da öykünün tuzu biberi, zira Sabiha en sonunda adama çıkışarak arabasından inip kontağı kapatıyor, etraftakilerin şaşkın bakışları altında şahane bir misket döktürüyor, onca bunaltıdan sonra bunu hak ettiği için. Harika’nım’ın söylediklerini alıntılayayım:
“Daha çok gençsin. İyi düşündün mü Sabiha?
Tabii, Tabii Harika’nım.
Sevgi adım adımdır. O adımları atmaktan korkma, ha?
Korkmam.
Gitmeyi istediğin zaman gitme zamanı gelmiştir. Sakın neden arama. Durma ve git.
Durmam.
Arkana da bakma.
Bakmam.
Sakın kendini suçlama.
Suçlamam.” (s. 19)
İplikçi’nin Avrupa’da ve ABD’de geçirdiği günlerini yankılayan öyküleri buraları da yanında götürmüş karakterlerin arada kalmışlığını taşıyor biraz, “Yalnızlığı Sevmeyen Günce” mesela. Frankfurt’a gidip yerleşen, evlenen ve oranın yaşamına alışan karakterin yedi yıl süren evliliğinin ardından memlekete dönüp on yıl sonra oraya tekrar gitmesi anlatılıyor. Evlilik, anlatıcının canı aşk çektiği için tek başına çıktığı bir yolculuğun sonucu, o toprakların keşfiyle birlikte sonlanıyor gibi duruyor. Frankfurt’a dönüşte eski evin, eski sokakların, eski benliğin aranışı ağır basıyor. “Geçmişim dopdolu, kırık dostluklar, kırık aşklar.” (s. 23) Sadece kentler değil, insanlar da aranıyor başka öykülerde, “Lizet, Ah Lizet” ve devamı sayılabilecek öyküde iki üniversite arkadaşının yıllar sonra buluşmaya niyetlenmelerinin, niyetin temelindeki mazinin yer aldığı bir hikâye var. Unutulan yanlışların hatırlanması, acı veren kopuşlar, azınlıkların yaşadığı problemler acı bir anımsayışı ortaya çıkarıyor, üstelik bir güzel evlenilmiş, farklı yaşamlar kurulmuş ve Lizet orada değil, buluşma noktasında beklemiyor, böylece acının son parçası ait olduğu köşeye yerleşiyor, öykü tamamlanıyor. Altınboynuz Pastanesi’nin geçtiği öyküler aynı havaya sahip, ölen bir arkadaşın anısı o pastanede yaşadığı için anlatıcı yolunu oraya düşürüyor ve arkadaşıyla konuşuyor, adamın ölülüğü konuşmalarına, anımsamalarına engel değil. “Değişiyoruz Sanırım” serisi bu izleğin en yoğun olduğu üç öyküden oluşuyor, zamanla ayrılan yolları tekrar kesiştirme çabası bu öyküler. Kısacıklar, hatıraların canlılığından fışkıran bir gücü taşıyorlar.
“Katırtırnakları Mantarlara Karşı” bir kız lisesinde çalışan kütüphane memuresinin öyküsü. Bahsedilen lise muhtemelen Erenköy Kız Lisesi, zira öyküden trenler geçiyor ve Bostancı’da insanlar iniyor. Memure’nin okuduğu Belkıs’ın hikâyesi, mitolojiyle memurenin yaşamı arasındaki bağlantı anlatının temelini oluşturuyor, Aspendoslu Belkıs’ın kral babası iyi bir damat bulmak için şairleri, filozofları, mimarları topluyor, onları sınavdan geçirip aralarından en iyisini seçmeye çalışıyor, memureyeyse demiryolcu babasından bir baraka kalmış, bağlantı zıtlıktan ibaret. Kral bir mimarı kızına eş olarak seçer, Belkıs’ın uyanma vakti gelir, belki memurenin adıdır aynı zamanda, karşısında istediği, aradığı hayat vardır. Gerçekten düşe yol var bu öyküde, iyi işlenmiş bir yol.
Kitaba adını veren öykü en sonda. Kod adı müdür olan, sicilini temiz tutmak için memurlarına kan kusturan bir ejderha/müdür var okulun bahçesinde, on beş yıldır ejderhalık yapıyor, anlatıcıyı delirtmesine daha var. Perende atmaya çalışıyor anlatıcı, cambazlığa kalkıp müdürü kendine baktıracak. On beş, yirmi beş dakika geç kaldığı zaman ejderhanın nefesini ensesinde hissediyor, özerkliğini kutluyor bir yandan, adamın mendeburluğunu görmezden gelip dilediği gibi davranabiliyor, ipte bir ejderhayı oynatıyor. Metaforlarla örülü hoş bir öykü yine.
Ben Columbus’un Kadınları‘yla başlamıştım İplikçi’yi okumaya ama ideal olan bu kitapla başlamak, yazarın oyunlarını tanımak için ilk örneklere bakmak daha sağlıklı olacak. Çoğunlukla iyi, farklı bir ses taşıyan başarılı öyküler. Göz atılmalı.
Cevap yaz