Anday’ın 1970’lerde yazdığı denemeler var bu kitapta. Edebiyata dair fikirler, dönemin siyasi olaylarının değerlendirmeleri, çeşitli konularda kalem oynatmış Anday, bakalım. “İki Ülkücülük”te Nadi Nadi’nin havaya kaldırılan sağ ve sol yumrukların anlamları üzerine yazdığı bir yazıdan yola çıkarak felsefe terminolojisine ve kavramların anlam değişimlerine odaklanıyor yazar, “ülkü” sözcüğü üzerinden sağ ve sol görüşlerin ekonomi politik üzerinden konumlanmalarını izliyor. “Ülkü”nün karşılığı “ideal”, “idealist” sözcüğü bir solcu, komünist için de kullanılıyor ama sağa kaptırılıyor bu sözcük, üstelik sağı tutan sanayiciler, tüccarlar, kısacası kapitalizmin ögeleri için “realizm” önemli, gerçekçiliğin ülkücülükle bağı böyle kuruluyor. İnsanların ileride eşit olarak yaşayacakları düşüncesi çıkarsız bir inanç, ülkücülerin buna inanmaları olasıydı, kavramın altı başka şekilde doldurulmasaydı. Kimlik inşası “idea”ya kadar gidiyor, burjuva-kapitalist tayfa düşüncelerin maddesel gerçekliğe dönüşmelerini solculara karşı Tanrı’ya inanmadıkları gerekçesiyle kullanırlar, onlar maddeye tapmaktadırlar, oysa bu kavramın altında bilimin basamakları ortaya çıkar, maddesel koşullarla yaşam daha iyi kurgulanır, bu açıdan solcular ülkücüdür ama öyle görülmezler. Kısacası bizim politik kanatlar felsefeyi bir güzel çarpıtarak kendilerine ekmek çıkarıyorlar. Bir sonraki yazıda Erbakan’ın bir demeci yer alıyor, manevi değerlere daha çok önem vermek, okullarda bu değerlere yer vermeyen dersleri törpülemek, hatta kaldırmak konusunda Anday’ın şiddetli karşı çıkışıyla karşılaşıyoruz. Ekonomiye değer vermek dinî değerlere hasar vermiyor, aynı şekilde fizik, kimya, biyoloji de, öyleyse hangi dersler kaldırılacak da yerine din eğitimi getirilecek? Yine bir kavram çorbası çıkıyor ortaya, materyalistler paraya, dünya zevklerine düşkün bireyler olarak görülüyor, siyaset malzemesi haline getiriliyor bu. Maddeciliğin tarihini anlatıyor sonra Anday, teogoniden kozmogoniye geçişin filozoflarına değiniyor, vardığı noktadan Erbakan’ın söylemlerini çarpıtma amaçlı olarak gördüğünü belirtiyor. İlerleyen bölümlerde Kıbrıs meselesine değinen yazılarla da karşılaşacağız, güç odaklarıyla Türkiye’nin ilişkileri irdelenecek. Öncesinde Anday’ın İsviçre günlerinin tanığı olacağız, nörolojik hastalığından ötürü İsviçre’de Gazi Yaşargil’in gözetiminde bir süre tedavi görüyor Anday, Avrupa’nın halini gözlemliyor, oranın insanını kendi insanımızla kıyaslıyor. Hastalığa dair çıkarımlara bakınca Gılgamış’a dek gidiyoruz, ölümsüzlüğü arayan kahramanın şiirinin yazılması lazım, Anday Ölümsüzlük Ardında Gılgamış‘ın müjdesini erkenden veriyor. Bütün hastalıkların ruhsal olduğu fikrine katılmak mümkün mü bilmem, düşüncenin sayrılaşmasıyla bedenin hasar aldığını söylüyor, mikropların insanı dünden daha çok hasta ettiği üzerine birtakım çıkarımları var, hoş gevezelik biraz.
Zürih’te yazdığı yazılara Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi‘ni anarak başlıyor, Haşim insanlara pek eğilmiyor, malum, şiirlerinde de öyle, Anday bu eksikliği kendi yazılarında göstermiyor. İnsanlar orada çok hareketli, işlerini büyük bir ciddiyetle yapıyorlar, sonrasında evlerine çekiliyorlar. Sıcaklık yok onlarda, makineleşmiş gibi duruyorlar ama sanat aktivitelerine de sıklıkla katılıyorlar. Yaşargil tabiri caizse kolundan sürükleyerek götürüyor Anday’ı, ünlü bir bestecinin konserinde mest oluyorlar. Yaşargil ilginç bir adam, Anday’la muhabbete memleketten, eğitimden, kişisel meselelerden girmiyor, doğrudan ilgi alanlarına yöneliyor, böylece birbirleri hakkında kalıp fikirler oluşturmadıklarını söylüyor. Dil konusunda da çok yetenekli bir adam, hatta Ankara Lisesinden öğretmeni Nurullah Ataç’la karşılaşmaları pek hoş. Ataç öğrencisine tahsilinin durumunu sorunca Yaşargil tıp okumak istediğini söylüyor, Ataç üzülüyor, keşke Yunanca ve Latince öğrenseymiş Yaşargil. Filologluğu da doktorluğu kadar başarılı olurmuş gibi gözüküyor, işine âşık bir adam, en iyisini yapmaya çalışıyor. En yakınındakinden en uzağındakine yavaş yavaş geçiyor Anday, oralarda tanıştığı Türklerle konuştuğu zaman şikayetlerin genelde tek bir noktada toplandığını görüyor: İsviçreliler ahbaplık kurmak istemiyorlar. Apartmanda karşılaştıkları komşuları selam vermiyor, işlerine gidip geliyorlar, o kadar. Komşuluk, samimiyet yok pek. Rahatsız da etmiyorlar ama, bu da insanlıklarını göstermez mi? Biz rahatlıkla ilişki kurarız, banka kuyruğunda sohbetlere katılabiliriz örneğin, bunun yanında insanlar kendilerinde hayatımıza karışma cüretini kolaylıkla buldukları için canımız sıkılır bir yandan. Belli bir uzaklık, insanın haddini bilmesi de bir nevi samimiyet gibi geliyor bana, ilişkilerde olması gereken bir özellik gibi. Çalışmayı da biliyor adamlar, bir Türk çalışmanın ne demek olduğunu İsviçre’de öğrendiğini söylüyor. Yemeğe ve dinlenmeye çok dikkat edilmesi lazım, iyi çalışılacak, sonra bir tavla atmaya zaman kalmayabilir ama iş dışındaki saatler müsait, kafa dengi birilerini bulmak yeterli. Anday övüyor bazı meziyetleri ama sonradan kendi memleketinin havasını almak için İspanyol lokantasına gidiyor meşrebimiz benzediği için, gerçi orada uzun süre yaşayacak olsaydı bir ölçüde uyum sağlardı, o an gözlemcilikten öteye gitmiyor. Zürih anıları az matrak, çok değerli. Beş altı yazının konusu bunlar, sonra daha kuramsal ve siyasi meseleler geliyor.
“Cumhuriyet Yılları ve Kültür”den itibaren memleketin kültürel gelişimine odaklanıyor Anday, Namık Kemal’in sahaflarda gezinirken rastladığı, “Derviş Yunus” diyerek küçümseyip yere attığı şiirlerin hakkının verilmesi, dili sadeleşmesi, sözcük arayışları bu gelişimin ürünü. Bir örnek daha: “Bir Halit Ziya Uşaklıgil’in iki kez Türkçeleştirilmiş olması, onun dilinin halk dilinden iki kez uzak doğduğunu gösterir.” (s. 74) Köy Enstitüleri kurulmuş, Anadolu’nun kültürü uyandırılmış, ulus ve yurt kavramları kültürel açıdan sağlamlaştırılmış. Sonrasında Ruhi Su’ya pasaport verilmemesi, dilin yenileşmesine karşı çıkılması Cumhuriyet’in ülküsüne zarar veriyor, hatta baskılardan ötürü TRT’deki radyo programını bitirmek zorunda kalıyor Anday. Dille ilgili meseleleri irdelediği programlar kitaplaştırılmıştı, YKY’den çıktı zamanında, sahaflarda bulunabilir. Programlarından birinde Nâzım Hikmet’ten alıntı yapıyor işte, birileri panik yapıyor, Anday’a ulaşıp rahatsızlıklarını dile getiriyorlar. O an bırakıyor işi Anday, bu tür işlerin sırf Malazgirt’le yürümeyeceğini söylüyor, hoş. Eleştiri meselesinde söyledikleri de hoş, öznel eleştiri üzerinde duruyor. Eleştirmen okuduğu, gördüğü sanat yapıtını izlenimi üzerinden aktaracak, mevzu buysa herkes eleştirmen olabilir. Karşı çıkışlar için eleştirmen-sanatçı özelindeki saptamasını sürüyor öne: “Sanatçıların eleştirmenlerden korkup korkmadıklarını bir yana bırakalım, benim şimdiye dek edindiğim izlenim şudur ki, sanatçı,yapıtını beğenen eleştirmeni yüceltir, beğenmeyeni kötüler. Bunca basittir sanatçı-eleştirmen ilişkisi. Giderek ben, alay ettiği eleştirmeni, salt kendi yapıtını beğendi diye öven sanatçılar da tanımışımdır, kaşlarını çatarak, ‘İş var bu adamda!’ derler.” (s. 97) Ataç’a geliyor mesele tabii, bizdeki öznel eleştirinin zirvesi olan Ataç, kızan olursa, “Bayım, ben kendi beğenimi dile getirdim, aldırmayın bana, belki sizin yapıtınız bir başyapıttır,” diyerek sıyrılırmış işin içinden, çok matrak. Herkes Ataç’tan bir eleştiri beklermiş her şeye rağmen, “beğenisi” nesnel çıkarımlardan daha değerliymiş bir zaman. Birkaç ünlü Fransız şairini iyi bilmesi, Avrupa’dan Türkiye’ye döndükten sonra Yahya Kemal’in beğenisine uyarak birtakım seçme divan beyitleri ezberlemesi Ataç’ı değerli kılmış o zaman, sanatçı dostlarının etkisi de vardır diye düşünüyorum, zira söz gelişi Tanpınar’la o kadar yakınlarmış ki Tanpınar’ı evlendirmek için iki kızı aday olarak adamın karşısına çıkarmış da Tanpınar, “Eyvallah ama bunlar çok çıtı pıtı, ben biraz orospu yollu kadın istiyorum,” diyerek yan çizmiş. Biraz çevre, biraz birikim, biraz da polemik herhalde, Ataç’ı eleştirimizde önemli bir yere koymuş. Anday tatlı tatlı anlatıyor ama zamanında bir eleştirisinden ötürü sokakta çekiştikleri olmuş, yetmemiş, evine gelerek tekme atmış, kavga çıkarmış. Ya Anday çok öfkeli ya da Ataç’ın dilinin ayarı kaçmış, ikisi birden belki. Her neyse, Anday “sosyalist eleştiri” akımını eleştiriyor bir yerde, eleştirilerini temellendirmek isteyenlerin metinlerde sosyalist düşünceler aradıklarını, bulamayınca metni kötülediklerini söylüyor. Fethi Naci’nin, Memet Fuat’ın içinde olduğu bir grubun böyle bir eleştiri anlayışı var ama bu iki eleştirmen biraz üsturuplu yine, metnin anlatım tekniğindeki açıklar üzerinde durabiliyorlar, tek bir bakış açıları yok kısaca. “Bizde eleştiri, düşünlere değil de, sanata yönelse, belki şiir eleştirisini de bulacağız.” (s. 101)
Denk gelinirse okunsun, sahaflarda bulunabilir.
Cevap yaz