Markus Gabriel, Dünyanın Neden Var Olmadığı Üzerine nam metninde Yeni Gerçekçilik adını verdiği dönemi başlatır, Postmodernizm sonrası için felsefi bir tutum. 2011 yazında, 13:30 dolayında İtalyan filozof Maurizio Ferraris ile Napoli’deki bir öğle yemeğinde karar verir buna Gabriel, sonuçta Postmodernizm hakikat sonrasına kapı araladığı, gerçek namına ortada pek bir şey bırakmadığı için dünyanın şimdiki halinden sorumludur büyük ölçüde, yerine yeni bir bakış açısı gelmeli. Gabriel dünyanın anlam alanlarından oluştuğunu, bu alanların temsillerden ibaret olduğunu ve dünyanın ortadan kalktığını anlatırken yeni bir düşünme biçimini gösterir, aslında eskinin dünya algısıdır bu, yaşamın anlamının yaşamdan öteye gitmemesidir, ontolojik durumumuzun netlik kazanmasıdır. Ferraris bu görüşün manifestosunu kaleme alır, epigrafta onca insanın siyah taşa beyaz demesinin budalalıktan ibaret olduğunu söyleyen bir metni kullanarak neyle karşılaşacağımızı açıkça belli eder. Bahsi geçen iki metin birbirini tamamlar, Gabriel Postmodern epistemolojinin eleştirisini sunarken Ferraris doğrudan kaynaklara yönelir, Antik Yunan filozoflarından Nietzsche’ye, oradan Postmodernizm’in üç atlısına -Lyotard, Foucault, Derrida- değinir, bu üç düşünürün son yıllarındaki Yeni Gerçekçilik’i destekleyecek görüşleri dile getirdiğini söyleyerek reçeteyi hazırlar. Araya sıkıştırmam lazım, KÜY dizin hazırlamış ama Kolektif zahmete girmemiş hiç, böyle metinlerin dizinsiz yayımlanması büyük eksiklik.
Graham Harman sunuyor metni, analitik filozofların zihnin dışında bir gerçekliğin varlığını açıktan savunmaya yönelik fikirlerinin her daim olduğunu söylüyor, kıtacılarsa gerçekçi ve gerçeklik dışı bir konumu benimsemek hantallık işareti olarak görüyorlar, fenomenolojiyle başlayan aşırı havalı yöntem gerçeklik karşıtı sorununu “sahte bir sorun” olarak ele aldığında “aşırı havalı Fransızlar” mevzunun peşine takıldılar. Kıta felsefesi son zamanlarda “gerçekçi” dönüşlere sahne olduysa DeLanda ve Ferraris gibi isimlere borçlu bunu. “İngilizce konuşan kıta düşüncesinin yeni atmosferinde gerçekçilik, uygulanabilir bir görüş olduğu gibi muhtemelen zamanımızın geleceği en parlak yeniliklerinin meskenidir.” (s. 11) Çok hoş, Ferraris de Gabriel’le tanışmasını, “New Realism” tanımını ortaya attığını anlatıyor, aynı hikâyeyi anlatıyorlar heyecanla. Gerçeklik üzerine kurulmuş felsefi tekelle uğraşacaklar, yapıbozumu gerçeklikle sınayacaklar ve yeniden inşanın olmadığı her yapıbozumu sorumsuzluk olarak niteleyecek Ferraris, gerçekçiliğin sadece bilişsel değil, etik ve politik uzantılarını da inceleyecek ve postmodernizmin Batı tarafından terk edilişini analiz edecek. İlk bölümde postmodernizmin gerçekliğe saldırısını görüyoruz, Nietzsche’nin hakikatin kötülüğünü, yanılsamanın iyiliğini dile getirmesi, olguların yokluğundan yalnızca yorumların varlığına ulaşması postmodernizmin modern temellerini atmış gibi gözüküyor. “Demek istediğim, yorumların olgulara üstünlüğü, nesnellik mitinin aşılması gerçekleşti, ama bunu savunanların öngördükleri özgürleştirici sonuçlar ortaya çıkmadı.” (s. 21) İktidarın bunu bir tahakküm yolu olarak kullanmasına pek değinmiyor Ferraris, genellikle felsefi yapıda kalıyor. En iyi olanın güçlünün iddiası olduğu gibi görüşleriyle anımsatıyor gerçi siyasal damarı, ara ara dokunduracak. Sonuçta postmodernlerin hayal ettiklerini popülistler gerçekleştirdi ve ideolojik destekle gerçeğin niteliğini değiştirdiler. Değişimi üç başlıkta inceliyor Ferraris, “İronikleştirme” modernliğin büyük anlatılarının dogmatik tutumları ironinin yardımıyla yıkıldıktan sonra yargıyı tamamen askıya alma eylemi başladı, tırnak içine alınan kavramlar temsil ettikleri anlamlarından koparılarak postmodernizmin gerçekliğine yakınlaştırıldı. Mahkeme örneği var, herkesin yasa karşısında eşit olduğunu belirten yazının yerine olguların olmadığını, yalnızca yorumların olduğunu belirten bir yazıyı düşünün, ironidir, postmodernizmin asalaklığını gösterir zira yerleşik olgular bu yolla çürütülür. Bu durumun düşmanı dogmalar değil, Aydınlanma’dır, insanın kendi aklıyla hareket etmesi. Etkisi ortadan kalktığında Heidegger’in Naziliğe üyeliği “ahmaklık”la sınırlı kalır, güç istenci gibi esas sebepler göz ardı edilir, gerçeğin bir -ve belki de asıl- veçhesinden uzaklaşılır. “Desüblimasyon” muhafazakâr devrimde açığa çıkar, Horkheimer ve Adorno’nun inceledikleri “baskıcı desüblimasyon” kralın halka cinsel özgürlük tanırken kendine daha fazlasını, bütün özgürlükleri hak tanır. Diğer yandan otoritenin inşasıdır bu, ilericileri eleştirip eleştirdiklerinin daha fazlasını kendileri yapan muhafazakârların kalemidir, üstelik eleştiri dedikoduya döndükten sonra muktedirin şiddeti tepki görmemeye başlar. “Nesnelliğin aşılması” gelir sonra, gerçeklik ve hakikat kötüdür, cehalet iyidir. Nietzsche Sokrates’i ve bilgiyi eleştirir, bilgi bir iktidar aracı olarak görülüp tepelenir, Kant’ın şemalarının ve temsillerinin dünyayı dolayımlı bir şekilde anlamamızı sağladığı fikri postmodernlikte radikalleşerek “inşa” haline gelir. Gerçeğin inşası: Galileo haksızdır çünkü savları “kendi düzen ilkesini Kilisede bulan bir toplumun varlığı üzerinde olumsuz etkiler yaratır”. “Kimin gerçeği?” sorusu çıkıyor ortaya, epistemolojiye ideolojik yaklaşımlar siyah bir taşı beyaz, çıplak kralı kıyafetli gösterebilir. Postmodern diyalektik özgürleştirici niyetlerle nesnelliğin aşılmasına, bilginin meşru olmaktan çıkarılmasına ve aşkın bir temele göndermeye dönüşür ama aşkın temel postmodernizmin yok ettiği olgunun yerini doldurmayan uçucu bir inançtır, mittir, bilginin yerine konan yorumlar ve inançlar bizi Aydınlanma’nın gerisine götürür. Ferraris’e göre şüphecilik ve hakikate veda en saldırgan çehresini siyasette gösterir, özellikle Bush yönetiminde. Bu üç aşamanın yol açtığı sonuçlar “realitizm” olarak karşımıza çıkar, güçlü kurmaca unsurlarından çatılmış bir yarı gerçekliktir realitizm, televizyonda izlediğimiz savaşların aslında var olmadığıdır, televizyon programlarındaki insanların kurgusal yaşamlarıdır, Günther Anders’in deyimiyle “insanın eskimişliğidir”. İnsan yapma dünyaya inandıktan sonra yavaş yavaş ortadan kalkar, birey masallara inanarak yavaş yavaş silinir, Nietzsche’nin “özgür ruhların Dionysos şenliği” dediği özgürleşmenin etkisiyle dış dünyanın yokluğuna inanır, başkalarının hayalini yaşamaya başlar -Steven Wilson’ın ne büyük müzisyen olduğunu tekrar hatırlatayım, “And the dreams that you will have are public domain“- ve sürüye katılır. Ferraris kendi kişisel gerçeklik anlayışını üç anahtar sözcükle sunarak Yeni Gerçekçilik’in temel kavramlarını incelemeye başlar, “Ontoloji” var olanın “düzeltilmezlik” yönüyle ele alınmasıdır, dünyadaki her bilgi yoruma açık olmadığından sabit bilgiler bilimi büyüden ayırabilmemizi sağlar, düzeltilemeyen -değiştirilemeyen, elden geçirilemeyen- budur. Güneş Dünya’nın etrafında dönmez örneğin. “Eleştiri” postmodernlerin gerçeği kesinlemeye karşı çıkışlarına, irrealizmin ve cesur atılımların özgürleştirici olduğu savına karşı koyan olgu, bir nevi teşhis ve tedavi. “Aydınlanma” özetlenecek olsa “bilme cesareti” denebilir, insanın kendinden kaynaklanan ergenlik halinden çıkmasıdır.
İkinci bölümden itibaren bu üç kavramın postmodernizmin farklı cepheleriyle savaşını görüyoruz, “varlık-bilgi safsatası” kısmında Ferraris gerçekçilik ve inşacılık arasında kalıcı bir barış anlaşması imzalamak için iki eğilimin felsefi temellerini ortaya çıkarır, doğanın kendindeliğiyle insan zihnindeki temsillerini mantık çerçevesinde bir araya getirmeye çalışır. Kant’ın felsefesinden postmodernliğin kökenine ulaştıktan sonra hedef ontolojiyle epistemolojiyi karıştırmamaktır, düzeltilebilen ve düzeltilemeyen yapılar arasında hiyerarşik olmayan bir düzen inşa edilebilir. Duyular aldatıcı olabilir ama bu elimizin yanmayacağı anlamına gelmez, dolayısıyla gerçeğin karşısında tutunamayacak yorumların varlığını bilmek postmodernizmi aşmanın aşamalarından biri. İç ve dış dünyanın, bilimle deneyim arasındaki ilişkinin incelenmesi diğer aşamaları teşkil ediyor, sonraki bölümlerde Yeni Gerçekçilik adım adım kuruluyor, postmodernizmin biçimlediği dünyanın alternatifleri ortaya çıkıyor. Ferraris son bölümde Foucault’nun Aydınlanma savunusuna başladığı son aylarını konu ediniyor, Derrida ve Lyotard da benzer tutumlar geliştiriyorlar, postmodern öğretinin yeni bir Aydınlanma’ya yol açabilme ihtimali yürekleri ısıtıyor, göğüs kafesindeki kuşları salıyor, ayakkabıları çıkarıp yağmur altında dans etmeye çağırıyor.
Felsefeyi “uyuşukluktan çıkaracak” bir akım olarak görülüyor Yeni Gerçekçilik, önümüzdeki yıllarda daha çok duyarız umarım. Sıkıldım ben bu dünyadan çünkü, alternatifinin düşünsel temellerini okumak pek keyifliydi. Tavsiye ederim, bir bakın.
Cevap yaz