Maureen & Bridget Boland – Bahçıvanlar İçin Kocakarı İlmi ve Bahçıvanın Büyüsü

Ev arıyorum. Mustafakemalpaşa’da birkaç tane buldum, favorilere attım, ara ara açıp bakıyorum. Verandası ovalara açılıyor, tepelerin üzerinde yel değirmenleri, İzmir yolunun üzerinde. Yol görünmüyor ama oralarda bir yerlerde arabalar geçip gidiyor, insanlar. Ev öylece duruyor, verandaya iki koltuk atmışlar, masa, Balıkesir tarafında bir köyün ucu sessizlik. Ovalar uzayıp gidiyor, soba yanıyor, taşlı yolda motosikletler var. Kasabaların meşhur motosikletleri, yarım saat ötedeki marketlere yürümek istemeyenler, mecburiyet caddesinde piyasa yapmak isteyenler için. Çitlerle çevrilmiş bahçe, ne ekilirse verecek gibi değil ama işi bilene çok şey verecek gibi, yani toprağın hava alması, beslenmesi gerek, yoksa vereceğini de vermez. Üstelik kuşları var bu işin, “Gökgerdan” diye öyküsünü yazdım, yakında iyi bir yerden çıkacak, uğursuzluk getirmiyor ama uğursuzluk biçtim kuşa. Artık ben uğursuzum. Dadandı mı tohum mohum bırakmaz ama kuştur, dadanır, duldaya sığınsam gelir bulur. Yeşim’le sevdiğimiz kızıl gerdanın mavisi, bir de gökardıç var, bu ben miyim, Kuş Kadın var, bu kesinlikle birisi ama o kadar silik ki. Sık sık ev bakıyorum ben her şeye rağmen, bir şeyler ekip biçmek için topraklı ev, tarlalı, hiçbir şey bilmemem önemli değil, öğrenilir. Toprağı duymayı öğrenemem, toprağı ancak çocukluğunda ayaklarını can suyuyla yıkayanlar duyar da fısıltıları işitsem yeter diyorum, bir iki sır kapsam daha ayrılmam oradan. Annemin memleketi, anneannemi neden götürüp aile mezarlığına gömmediysek. İstediğini hiç duymadım, aklımıza geldi ama bağımız mı tiftiklendi ne oldu, şehrin dışında bir yere defnettik. Mustafakemalpaşa’da çocukluğumun bir parçası var, toprakta onu bulacağım. Orada ölüp Küçükyalı’da gömüleceğim. Ne yetiştirebilirsem, çiçeğinden sebzesine her şeyi orada, Mustafakemalpaşa’daki evimin bahçesinde. Yedi yıl oldu, Ali abinin taksisiyle Manyas’a gitmiştik, kuşları gördük, sonra Ali abi evine davet etti annemle beni. Gittik, yeşil çitlerin çevrelediği bir serabın orta yerinde minicik ev. Taksicilik yapmasına ihtiyacı yokmuş Ali abinin de, can sıkıntısı. Hıyarları, domatesleri göstermişti, bir köşede, adını unuttum, şu kayalı çiçekli sulu yapı. Serap dedim, Ali abi üç ay önce ölmüş, o evi de bir daha bulamayacağım için. Ben de ölürüm, iş değil ama çileklerin nelerden hoşlandığını, gübrenin nerelere nasıl atılacağını öğrenmeden zor. İki üç yıldır tarımla ilgili kitaplar alıp okuyorum, zamanı da yaklaştığı için öğrenebildiğimi öğreniyorum, uygulayacağım. Çok pardon, Ali abiyse ilki, ikincisi de Bahçıvanın Bir Yılı. Tanıdığım bir Erdem okudu bu metni, başka da yok, o kadar iyi ki balkona bir ton toprak döküp domates yetiştirmeye başlayacaktım az kalsın. Sonuçta neleri nasıl yaptığını coşkuyla anlatıyor adam, çiçeklerinden zamanın akışına yayılan kokuyu da saçmış aralara, dört beşlikti. Diyelim aldım, ev mev her şey tamam, kırsalın ortasında şehirli bir beyaz popo olarak ödümü koparacak yüz tane şey çıkar muhtemelen, fırtınada savrulan yapraklar ödümü koparır, dalları umacı falan sanıp altıma ederim, bir şeyler olur. Kardeşler anlatıyorlar neyse ki neyi nasıl yapmamız gerektiğini, bu iki metni okuyan yırtar. Kitaba bir türlü giremedim ama çoktan girdim aslında, İngiltere’nin kırsalca bir yerinde yaşayan kardeşler toprakla ilgili bildiklerini paylaşıyorlar. Bilimsel yaklaşımları elbet var, sonuçta hangi çağda yaşıyoruz ama daha çok kocakarıların bildiği yanı var doğanın, yani ağaçlar elbette aşılanacaklarını ve perilerle nasıl konuşacaklarını bilirler. Biz de bilelim, mesela soğanın yanına dulavratotunun tozlarını gömdüğümüzde iyi bir şey yaptığımızı, köstebeklerin yuvalarını deştiğimizde Hades’e kadar inen bir çukurdan aşağı düşeceğimizi öğrenelim, işimize yarayacak bunlar.

Çevirmen Çiçek Öztek hayatımda okuduğum en güzel önsözü yazmış, bahsetmeliyim. Kardeşiyle birlikte içlerine bir yıl önce cin kaçtığından bahsediyor, bahçe cini. Benim de içime kaçtı Ali abinin evinde, anladım. Kadıköy Bahariye’de büyümüş Öztek, evinin bahçesini uzun yıllar kendi haline bırakmışlar da haladan aldıkları el, başka topraklardan gelen ata tohumları uyandırmış da tekrar ekip dikmeye başlamışlar. “O cinin gerçek ve sanal çevrelerimizdeki birçok insanın içine de kaçtığını gördük. Çok daha sık, balkonunda, terasında, apartmanının yanındaki küçük toprak parçasında, bahçesinde bir şeyler yetiştiren insanların tohum, toprak, kompost muhabbetlerini dinler, katılır olduk; çok daha fazla büyük şehri terk-i diyar eyleyip köyde, kasaba kıyısında bir toprak edinip çiftçi olan insan hikâyesi gelmeye başladı kulağımıza.” (s. 8) Ne güzel, birkaç arkadaşım da balkonlarına astıkları ceplerde yetiştiriyorlar bitkilerini, özenle suluyorlar, yeri geldiğinde konuşuyorlar ki bu yer bu çağda her zaman gelir, bitkilerle konuşmak akıl sağlığını korumak için nimettir. Metinde de geçiyor, toplanacak olan sebzelerle konuşmak gerekirmiş, neden söküldüklerini anlatmak, onlardan özür dilemek. Elbette zamanları var, bir tohumu ekmenin ve bir havucu yerinden etmenin Ay’la ilişkisi açık: ay dolunsa başka türlü, doluyorsa başka türlü, boşalıyorsa daha başka türlü işler yapacağız, hepsinin malumatı mevcut. Ölçeği ayarlayalım, konu başlıkları karışık verilmiş ama neye denk gelirsem onu yazayım, havucu mesela. Havuç sineği larvalarına karşı naftalin toplarını ezip toprağa karıştırıyoruz, sineğin normalde yaygın olduğu yerlerde bu yöntem işe yarıyor. Başka yöntemlerin işe yaradığına dair kardeşlerin elinde yeterli veri yoksa tanışlarının verdikleri yeminlerden bahsediyorlar ama teminat vermiyorlar tabii, bazı taktikler gerçekten deli saçmasıyken bazıları işe yarar görünüyor. Şifalı ot mu dikeceğiz, sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayrılıyorlar, sıcak ot diktiğimiz yere bir dahakine soğuk ot dikmek gerekiyor. Gül yetiştirenler için başlı başına bir sayfa ayrılmış, alıntılayayım az: “Kocakarı kariyerimizde en kıymetli, orijinal keşfimiz, pek çok kişinin başına geldiği gibi yanlışlıkla oldu. Deterjanlar ilk çıktığında insanlar büyük bir coşkuyla bol kepçeden kullanmaya başlamıştı, bu da bulaşık suyundaki yağın köpüklerde hapsolup mutfak penceresinden dışarı açılan deliklerde kalın bir yağ tabakası birikmesine neden oluyordu. Biz de biriken o yağları toplamıştık. Tabii Londra’da savaş sonrası, halen karneyle yemek dağıtılan günlerden söz ediyoruz, yenebilir gibi görünen bir şeyi çöpe atmak o zamanlar söz konusu değildi.” (s. 21) Yağ kütlelerini bahçeye gömüyorlar, gömdükleri yer sarmaşık gülün köklerine yakın, o sene güller muhteşem bir şekilde açmış ama yakınlardaki ormanda yaşayan tilkiler kokuyu alınca kazmışlar toprağı, gülleri mahvetmişler. İşe yarıyor ama bu, kardeşlerin duyduklarına göre Fransa’da istenmeyen gebeliklerin sonucunda doğan bebekleri bağlarına gömen bir aile varmış. Savunmuyorlar bunu tabii, yine de yağ kütlesinin işe yaradığını gösteriyor kanıtlar. Plutarkhos’un birtakım fikirleri var bahçecilikle ilgili, Plinius birtakım bombastik fikirlerle antik çiftçilere yol göstermeye çalışmış, mutlaka kara büyüye dair de bir şeyler vardır ama çok yer vermiyorlar. Albertus Magnus’tan bahis var, Roger Bacon’dan yok çünkü adamın yazması bitki figürleriyle dolu olmasına rağmen yazdıklarının tek kelimesi bile okunamıyor, okunsaydı bizimkiler kesinlikle göz önüne alırlardı.

Acayip tatlı bir metin, sıcak. İyi komşuluk eden bitkiler, kesilmeden önce neden kesildiğini duyması gereken bitkiler, türlü çeşit bitkiler. Siz siz olun, geyikler bahçenizi basarsa avlamaya kalkmayın. Hiçbir şeyi de atmayın, her şey bahçede kullanılabilir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!