Eh, The Man From Earth‘ün John Oldman’ı olmuş bize Tom Hazard, diyar diyar dolanıp izini kaybettirmeye çalışıyor ki 500 yaşında olduğu anlaşılmasın. Sekiz yılda bir yer değiştirmek zorunda yoksa laboratuvara sokulup deney faresi olarak kullanılır veya annesi gibi cadı diye yakılır, hangi zamanın anlatıldığına bağlı. Haig bölümlerin arasına yüzyıllar koymuş, 1600’lü yıllardan 21. yüzyıla atlaya zıplaya gidip geliyoruz. Dört zaman diliminden bahsedebiliriz, ilki Hazard’ın doğduğu 1500’lü yılların sonu, ikincisi Shakespeare’le bir süre takıldığı 1600’lü yıllar, üçüncüsü Omai’yle tanıştığı 1800’ler, dördüncüsü 2000’li yılların ilk çeyreği. Bilgi kırıntılarını farklı zamanlara dağıtmış Haig, bir araya getirmek okurun işi. Oyunlu bir şey değil, çocukluğundan orta yaşlarına dek karşısına kimlerin çıktığı, kimlere âşık olduğu, çocuğu, arkadaşları ve etrafındakilerle ilişkileri yavaş yavaş bir araya geliyor zaten. Gizem unsurunun başarılı olduğu pek söylenemez, Camille nam karakter başlarda Hazard’ı bir yerlerden tanıdığını söylese de nereden tanıdığını çıkaramıyor bir türlü. İki ihtimal var, ya kendisi de Hazard gibi yaşlanmıyor ve geçmişin bir noktasında karşılaşmışlar ya da şans eseri bir fotoğrafta görmüş, başka seçenek yok. Oldman kendisi gibi sadece bir kişiyle karşılaştığını, konuştukları zaman verdikleri detayların aynı olduğunu ama birbirlerine güvenemediklerini söylüyordu filmde, yollar bir anlığına kesişiyor ve bir kez daha kalabalıkta denk gelmeleri dışında karşılaşmıyorlar, Haig bambaşka bir tutumla yaşlanmayanları aynı organizasyonda buluşturmuş. Hendrich neredeyse 2.000 yaşında, “Albatroslar” adlı organizasyonu yaşlanmayan insanları bulup bünyeye katmaya bakıyor, böylece “albatlar” diyeyim, sekiz yılda bir Hendrich’in yardımıyla kimlik değiştirerek yepyeni bir hayata başlıyorlar. Gayet hoş, sonuçta albatlardan biri yakalanırsa diğerleri için de tehlike çanları çalmaya başlamış demektir, kendilerini korumaları lazım ve Hendrich zamanında lale vurgunundan dünyanın parasını kazandığı için türünü koruyabilecek maddi olanaklara sahip. Üyelerden tek bir isteği var, yeni bir albat ortaya çıktığında gidip konuşmaları, ikna edip organizasyona katmaları. Görünürde bir problem yokken Hazard bu işi daha fazla yapamayacağını söyleyip özgürlüğünü talep ediyor, Hendrich durumu kabullenip Hazard’ı Londra’da tarih öğretmeni “haline getiriyor”. Aralarındaki çatışmanın temeli bu, oldukça sallantılı ve birbirlerini yok etmeye niyetlenmelerini sağlayacak kadar kuvvetli değil ama gidişat o yönde, biri ortadan kalkacak. Bu ilk falso, diğerleri sırayla gelecek, önce hikâye. Hazard çalışmaya başlar, serserilik yapan öğrencilerini yavaş yavaş yola getirir, dersini anlatırken olaylar yaşanırken orada olduğunu sezdirir birkaç kez, öğrenciler işkillenince anlatımına çekidüzen vererek kuşkuları üzerinden atmaya çalışır. Camille’yle o dönemde yakınlaşır, aynı okulda çalıştıkları için sıklıkla karşılaşırlar ve âşık olur Hazard, yaklaşık 400 yıl sonra kalbi yine pır pır etmeye başlar ama geçmişin acılı hatıralarından ötürü başlarda kadına yüz vermez, yavaş yavaş açılır. Kim olduğunu başlarda anlatmaz, Camille adamı bir yerde gördüğünden emindir ama sırrı çözemez bir türlü. Hazard müthiş bir hata yaparak öğretmen tayfasıyla birlikte gittikleri barda piyano çalar, yeteneğini ortaya koyar ve herkesi etkiler. Camille’nin kafasında ampul yanar o sıra, Hazard’ı yüz yıl önce çekilmiş bir fotoğrafta piyanosunun başında gördüğünü hatırlar. Hazard’ın anlatası geldiği için bir gün açılır, gizemini anlatır ve Camile’yi inandırmayı başarır. Sonra ne olur, Hendrich’ten gelen telefonu açarak yanında bir arkadaşının olduğunu söyler, Camille orantısız bir şekilde tepki göstererek adamı oracıkta bırakır, sebep Hazard’ın ağzından çıkan “arkadaş” lafı. İlginç. Telefon geliyor, Hazard mutluyken bir anda kaygılı bir ruh haline bürünüyor, belli ki dürüst olamayacak kadar korkmuş, en azından ne olduğunu sormaz mı insan? Camille sormaz, basıp gider. Hazard bir süre sonra Camille’nin gönlünü kazanmak için uğraşmaya başlar ama havada kalır bu mevzu, diğer pek çok şey gibi. Anlatının en olumsuz özelliği makul, mantıklı çatışmalar yaratamaması. Öylesi hoş bir kurgu için inanılmaz derecede yüzeysel gerilimler, gayet sağlıklıyken sosyopat gibi davranmaya başlayan karakterler, bir dünya olumsuzluk. Geçmişe dair detaylar çok başarılı, bir de zaman, yaşam ve aşk hakkındaki bazı akıl yürütmeler hoş, o kadar.
Hazard’ın yaşamına daha yakından bakalım, kendisi Fransa’daki din savaşları sırasında oradan kaçıp İngiltere’ye yerleşmiş bir ailenin çocuğu. Baba Fransa’da öldürülmüş, anne çocuğunu yetiştirmeye çalışıyor, başlarda problem yok. Ne zaman Hazard’ın yaşlanmadığı ortaya çıkıyor, cadı avcılarından biri ortaya çıkıp anneyi eli kolu bağlı şekilde suya atarak öldürüyor ve sonrasında da uzunca bir süre düşmüyor çocuğun yakasından. Hazard kaçıyor, Londra’ya gelerek pazar kalabalığına karışıyor ve hayatının aşkı Rose’yle tanışıyor. Birlikte mutlular, Hazard lavtasını çalarak para kazanırken Shakespeare’le tanışıyor ve büyük yazarla birlikte çalışmaya başlıyor. İşler yolunda giderken anneyi boğan cadı avcısı ortaya çıkınca Hazard kirişi kırıyor yine, Rose ve kızı Marion’la birlikte kırsala gidiyorlar ama iyi bir fikir değil bu, küçük yerde adamın yaşlanmadığı daha çabuk ortaya çıkıyor, linç edilmeden kaçıyorlar ve ailesini sonsuza kadar geride bırakıyor Hazard yoksa hep beraber öldürülecekler. Marion albat olduğunu anladığı zaman evden kaçarak annesini bir başına bırakıyor, Defoe’nun anlattığı veba salgını sırasında hastalanan Rose eşini son defa görerek ondan kızını bulmasını istiyor ve hayatını kaybediyor. 400 yıl boyunca arıyor Hazard, kızı bulmak için elinden geleni yapıyor ama hiçbir iz yok, Hendrich’in sondaki itiraflarına kadar. Yine bir eleştiri, Marion ortaya çıkıp babasına silah doğrulttuğu zaman Hendrich’in söylediklerini hiç sorgulamadan kabul ettiğini görüyoruz. Hendrich’e göre Marion’ın ölmesi gerektiğini Hazard söylemiş ve ortadan kaybolmuş, diğer tarafa hiçbir şey sormadan Marion’ın koşulsuz güvenmesi ve babasını neredeyse öldürmesi, eh, çiğ duruyor. Mevzu açığa çıktıktan sonra Hendrich’in kendini yakması da bir diğer gariplik. Haig’in karakterleri kendi akışları içinde başarılı ama bir araya geldiklerinde akıl tutulması yaşıyorlar resmen, hoş değil.
İlginç başka bir nokta da Hazard’ın karşılaştığı insanlar işte, iki Fitzgerald’la birlikte oturup muhabbet ediyor örneğin, kitaplar hakkında konuşuyorlar, muhabbet sarıyor. Shakespeare’i söyledim, saf yetenekle karşı karşıya olduğunu anlayan Shakespeare belki başka şeyleri de anladığı için Hazard’ı yanında tutuyor bir süre, Rose’la kardeşine salonda meyve satmaları için izin veriyor, Hazard için elinden geleni yapıyor kısacası. Adamı cadı avcısından kurtaran da o, eğer adamı bırakmazsa oyunun yarıda kalacağını söyler söylemez seyirciler destekledikleri adamı bir anda düşman belleyerek saldırıyorlar, Hazard kıl payı kurtuluyor. Bu arada mevzunun adı “anageria”, birkaç bin kişide olduğu düşünülüyor, hızlı hücresel yenilenme. Aşağı yukarı 950 yıl yaşıyorlar, sonra uykularında ölüyorlar. Kurşun yediklerinde canlı kalamıyorlar tabii, Wolverine gibi değiller. Hazard bunu bizzat deneyimlemek zorunda kalıyor, organizasyona katılmaları için ikna etmeye çalıştığı iki adam silahlarını çekerek Hazard’ı öldürmeye çalışıyorlar ama Hazard daha hızlı davranarak ikisini de öldürüyor, ilk kez bir albatın öldüğünü görüyor böylece.
Pek başarılı bir roman olduğunu söyleyemeyeceğim, düğümler tatmin edici olmadığı için çözümler de tatmin etmiyor haliyle. Fikir daha önce büyük bir başarıyla kullanıldığı için daha fazlasını bekliyoruz ama Haig aşktı, baba kız ilişkisiydi, Hendrich’le çekişmeydi derken bitiriveriyor metnini, okurun ağzına bir parmak bal çalıp gerisini heyecan vermeyen macerayla dolduruyor. Belki geçmiş zamanların detayları için okunabilir, bunun dışında The Man From Earth‘ü bir kez daha izlemek çok daha iyi.
Cevap yaz