Mario Benedetti – Mola

Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.

Az gelişmiş bir ülkenin memuru Martín Santomé steril, şipşak ilişkilerle, emeklilik hayalleriyle atlatmaya çalıştığı yaşlılığın önünde küçücük kalan, sıradan yaşamının sıradanlığını kabul ettikçe öfkelenen ve kabullenmenin rahatlığıyla dinginleşen bir karakter, belki eski sosyalist, kesinlikle dul. Günlüğü, ilişki kurduğu kadınları, anıları, çocukları, yalnızlığı sayesinde sonsuza kadar yaşayacakmış gibi duruyor, yanılgısını görünmez kılmayı da iyi biliyor, hikâye çatabilecek kadar bükebiliyor gerçeği, tamamdır, iyi kurulmuş bir karakter var elimizde. Ülkesini eleştirdiği bölümlere bakıyorum, halkın tutkudan uzak, sünepe bir yaşam sürmesini kabullenemiyor, devrimin taşlarını döşeyecek heyecan olmayınca insanların uyuşuk halinden ironiyi çekip çıkarıyor, denk geldiği an batırıyor iğneyi: “‘Artık herhangi birisi geldi de öbürünün önüne geçti diye kimse sorun yaratmıyor. Neden biliyor musun? Çünkü koşullar elverse hepsi aynısını yapar da ondan. Kimsenin bana öfkeyle bakmayacağından eminim, imrenecekler asıl.’” (s. 37) Kimse diğerinin derdine eğilmez, geleceğin belirsiz olduğu yerde herkes anlık itkilerle yaşar. Otobüste yan yana oturduğu kadınla kol sürterek iletişim kuruyor bir bölümde, dört sokak boyunca takip ettikten sonra nihayet tanışıyor kadınla, o da kadının evinin önüne geldikleri zaman, kadın uyarınca. Seks sıradan ama eylem işte, bir şey yapmak yaşadığını hissettiriyor adama da esas mevzu tekrar karşılaşmaları. Kadının yanındaki aşırı sportif adamın koluna daha bir sarıldığını, gülümsemesinin bozulmadığını görüyoruz, bir rolden başka bir role geçebilen insanlar arasında kalmaktan da içten içe şikayetçi Martín, insanların pek bir şey hissetmeden yaşadıklarını, bu yüzden de sömürülmeye açık olduklarını belirtiyor, sermaye bu hissizliği kullanarak insanı eziyor, demir ökçenin diğer teki devlete ait. Dört koldan kuşatılmış insanların yaşayabilecekleri bir hayat yok, sokuldukları yollarda ilerliyorlar, bu yüzden kopuşlar oldukça şiddetli. Homofobik Martín, oğullarından birinin eşcinsel olduğunu öğrenince belki “ibne” deyip eşcinsellere sallamaktan vazgeçer, yok, oğlunu tanıdığı ve onca çatışmaya rağmen çok sevdiği için durumu kabulleniyor ama başta bir inkar, göz belertme var, kızı Blanca’nın Jaime hakkında söylediklerini duyunca dünyanın başına yıkılması bir yana, Blanca’nın sevgilisi Diego’nun Jaime’yi ibnelikle suçlamasını hakaret olarak algılaması, gerçeğin ortaya çıkmasıyla çocuğu yine hayırlı bir damat olarak bellemesi Martín’in biraz şey olduğunu gösteriyor. Eleştirdiği insanlardan farksız, biçimlendirilmiş değer algılarıyla sürdürdüğü yaşamından kurtuluş için kopuşlar şart. Blanca’nın “kötü polis” açıklaması aileyle ilgili her şeyi söylüyor aslında, Martín anıları konusunda son derece seçici olduğu için eşi Isabel öldükten sonra üç çocuğunu nasıl yetiştirdiğini tüm yönleriyle anlatmıyor ama çocukların babalarını zaman zaman hor görmelerinden, Blanca’nın sert sözlerinden anlaşılıyor ki iletişimsizliğin arkasında babanın her anlamda katılığı var, biraz da kalın kafalılığı demeli belki, bir tartışma sırasında Blanca babasına kötüyü oynamasına gerek olmadığını, birbirlerini sevdiklerine göre anlayabileceklerini de söyleyerek adamın aklında bir ışık çaktırıyor, önemli. İş arkadaşlarından biri üstü kapalı biçimde yürüyor Martín’e, homofobi yine açığa çıkıyor ama o kadar sert bir mukabele yok, norm cortlamasının adımlarından biri. Adam kabuğunu kırmaya yakın artık, çocuklarının tatlı sert sözlerinin ardındaki anlamları görmeye başlıyor, çocukken eziyet ettiği ve otuz yıl sonra karşılaştığı arkadaşlarından birine hayvanca davranmıyor, yani koca adamın alışkanlığı bir parça olsun sürdürdüğünü görmek şaşırtmazdı ama gelişme var, gidip eski arkadaşının evinde yemek bile yiyor. Baldız sorunu ortaya çıktığı zaman arkadaşını uyarıyor Martín, aileyi yok etmeye değmeyecek bir mesele neden büyümeli, görmeden geçip gitse sorun çıkmayacak ama arkadaşı kendini durduramayınca felaketine doğru sürükleniyor. O sıra çalıştığı devlet kurumundaki Avellaneda’nın tam bir başkalaşıma yol açması belirliyor aslında gidişatı, hikâye yörüngeye oturuyor resmen, dağınık halde verilen düşünce parçaları aşkın etrafında toplanmaya başlıyor. Oto yedek parçası ithal eden bir şirketin duvarındaki Goya dikkat çekiyordu oraya kadar, grotesk yapı değil, kadınlar âdet dönemlerindeki aptallıklarıyla, zaten aptallarsa embesillikleriyle öne çıkıyorlar, âşık olunacak özellikleriyle değil. Kadın düşmanlığı da var bu adamda, iyice bir evrilince en azından sempati duyulacak noktaya geliyor. Önceden bir pazar günü intihar etmeyi düşünen, çalışanlarına asılmayı asla düşünmeyen bir adamdı, Avellaneda’nın şapşallığına ve çekingenliğine alayla yaklaşıyordu hatta kadınla oyun oynamaya niyetlendiğini düşündürecek kadar dengesizdi, aşk çarpıverdi ve şeker bir adama dönüştü Martín. Helal. Şahit olduğu tuhaflıkları hikâyecikler halinde günlüğüne almayı da unutmadı, oradan eğlenceler çıkardı, mesela her yıl ofise gelip yabancı dillerde yazışmalar yapabileceğini iddia ettiği için denemeden geçirilen adamın çok kötü bir çevirmen olduğunun tekrar tekrar ortaya çıkması, eski kayınvalidesinin -varsa böyle bir şey- her karşılaştıklarında buz gibi bakışlarla işkence etmesi, işleri rüşvetsiz yürütemeyenlerin komik talepleri. Bu son dediğim yok romanda, ben yine şöyle bir kısmı alıntılayayım: “‘Uzun bir süre boyunca beynimi yedikten sonra şu sonuca vardım ki kötü olan şey teslimiyet. İsyankârlar yarı isyankârlara, yarı isyankârlar ise vazgeçmişlere dönüştüler. Bence şu ışıl ışıl Montevideo’da son dönemde en çok ilerleme gösteren iki meslek grubunu ibneler ve vazgeçmişler oluşturuyor.’” (s. 63)

Avellaneda yavaş yavaş belirir piyasada, Martín’in dikkatini daha çok çekmeye başlar, nihayet adamın ilgisini bildiğini ima eder. Sevgilisi vardır ama ayrılırlar bir gün, söylediğine göre anlaşamadıkları için her gün savaş alanında koşturmakla geçen günlere nokta koymak istemiş, kaosu bir miktar azaltabilmek için kırk dokuz yaşında, emekliliğine altı ay kalmış Martín’e tutulmuştur. Zannediyorum. Bir ağırlık, eminlik, güç vardır adamda, kendisi de bilir bunu, anlatır, ölümlerden ve çocuklarını bir başına büyütmekten belli bir olgunluğa ulaşmıştır, tabii huysuzluğa da. Bereket, zamanla geçmektedir bu huysuzluk, kadınla sevgili oldukları zaman ev bile tutar, aslında durumu çok iyi değildir ama gücü yetmektedir buna. Sonlara doğru durumunun iyi olduğunu söyler. Başlarda sofrada otururken birkaç lokma yiyecekten bahseder. E, hangi gerçekliğin esas olduğunu bilmek mümkün değil de o dönemin Uruguay’ında paranın değerinin zart zurt değiştiğini sembolize etseydi bu, efsane olurdu. İşte, yaş farkı devreye girer hemen, belki bir iki çocuk yaparlar ama Martín ölecektir er geç, er daha doğrusu. Avellaneda aldatacaktır sonunda, yaşlı osuruğun dertlerine dayanamayacaktır. Adamın çocukları sıkıntı çıkaracak, babalarının sevgilisini saçlarından yakalayıp savuracaklardır. Ortada çok sayıda olumsuz ihtimal dolanır ama buna da bir yaklaşımı vardır Martín’in, günlüğün bir bölümünde tesadüfleri boşa düşürecek şeyin hareket olduğunu söyler, gerçekten de onca ihtimalin düşüncesinden sıyrılıp kendinden aşağı yukarı yirmi yaş küçük kızla son derece gerçek bir şey yaşamaya başlar. Evliliğe kadar gidecektir mevzu, Blanca’yla tanışan Avellaneda çok mutlu olunca Martín’in tereddütleri de dağılır. Emekli olmasına az kalmıştır, eşcinsel oğlu evden kaçmışsa da sorun değildir bu, geri döner elbet. Yani her şey yolunda gitmektedir, ta ki karakterlerden birinin başına tepeden inme bir şey geldiği zaman. Kader ağlarını örmüş, örük ağla ne yapacağını bilememiş, anlatının orta yerine atıvermiştir, öyle görünüyor, başka türlü o son keskinliği nasıl okumalı bilmem.

Dünyanın öbür ucunda olan biteni görürüz, orta yaşlı bir adamın buhranlarını dikizleriz, iyi romandır.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!