Mario Bellatin – Büyük Cam

Bir hal geldi, leğene tapmaya başladım. Öylece leğen. Kut dolu bir nesne, bir an ışıldadı ve kendimden geçtim, ayıldığımda kafam leğenin içindeydi. Olur a, leğen. Ben bu leğenin başka müritlerini, tilmizlerini de buldum, leğenden öğreneceğimiz çok şey vardır. En kutsalını televizyonun üzerine koyduk, kanalı da varmış meğer, leğenin bilgeliğinin anlatıldığı kanalı açınca salonda bir ışıltı, herkes su sesi çıkarıyor çünkü leğene su konur için bir şey yapmalıyız o an, bu yüzden Bruce Lee’yi de hoca belledik bir ara. Suyu anlatıyor ama suyu biçimleyen leğene değmiyor olumsuz savı, o hariç. Bu benim yaşamımın bir bölümü olsun, otobiyografimi yazıyor olayım, çocukluğumun üzerinden uzun zaman geçmiş olsun ve çocukluğumu da yazmış olayım, gençliğimde leğene dair hiçbir şey yok, bambaşka bir insandım ben, Ercihan dedi ki geçen, “Gökyüzüne baktığında hep ilk kez bakarmış gibi heyecanlanan biriyle olur ancak.” Bu sözü bir başkasından almış olabilir, bilemeyeceğimden hiçbir sorun yok, otobiyografimde yer alabilir. Öyle biriyim, bir düşünce beni başkası kılar. Daha da kötüsü kurmaca yazıyorum, kurmacayla işim var benim, az gelirse bir şey konuşacağım kurmacayla. Bunu da yazdım, değişimimle tokuşturdum, değişikliğimden daha da öteye gitmemin tek yolu. En az iki kendilikle, kendiliğimle boğuşacağım artık, bir katman öteye gitmeye gücüm varsa oraya da giderim diye o katmanı görmezden geleceğim çünkü gittikçe yaşamımdan öteye düşüyorum, maksadım bu değil de otobiyografimi yazmaksa bir yerde duracağım, bir başkası olmak sadece bu olmaklığıma öteden bakmak için olur, ötesi olmaz. Yani ben biraz üzülmüşsem şu an, bir kalp kırmışsam o çatlaklar içimde bir yeri keser, ânımı otobiyografime yediririm ve bakarım, eskiden kalp kırmamaya o kadar dikkat ederdim ki icat ettiklerimin kendi başlarına yok olmalarını izlerdim, gerçek değillerdi, şimdiyse gerçek bir kalp ve kırık. Ne acı, bunu bir başkasına biçip kendimi kurtarmak otobiyografiye kurmaca boca eder, bir şey yanlış atar burada, bu atan benimki mi? Ben emin olamıyorum, hiçbir şeyden emin değilim ve postmodernizmi bilmeden önce de böyleydi bu, kendiliğimde bir şeyler eksikti. Deli Cengiz’i yazdığım zaman fark ettim galiba, ben o adamı çocukken bildiğim haliyle yazarken tam neydi yazdığım, yani Cengiz Abi, ben, mahalle, Küçükyalı bir yerde var ama birkaç nöron bağlanıyordu birbirine, kafamda şimşekler çakıyordu, buydu yazdığım. Tanizaki’nin mezarının üzerinde “Hiç” yazıyormuş, “sessizlik” anlamına da gelirmiş bu. Orhan Duru da diyor Tango Geceleri‘nde, İzzet Yasar yıllar boyunca hiçbir şey yazmamış, söylememiş de “Aguu” demiş bir gün. Kafada bir şimşek, aslında hiç. Aslında var bile değiliz. Ben bunu birinden çalıyorum ama kimden çaldığımı hatırlamıyorum, tek bildiğim otobiyografimi yazarsam Bellatin’i anımsayacağım. Yaşamımın veçhesi, çehresi, yüzü, çarkı durmadan değişirken hangi aynılıktan bahsederdim, insanlar yaşamlarını nasıl tek bir çizgiyle anlatabiliyorlar, zaman ve benlik algısı paramparçayken hangi bütünlükten bahsetmek?

“Tenim, Işıltılı”da numaraların anlamını uzun süre çıkaramadım, sonra aklıma Zambra’nın Soru Kitapçığı nam metni aklıma geldi. Boşluk doldurma, çoktan seçme, doğru/yanlış, bir defterdeki not numaraları. “Sufi Nizameddin Evliya’nın mezarı civarında” ibaresi kafa karıştırdı, Bellatin’in Müslüman olduğunu öğrenince taşlar yerine çakırdadı. Yazar otobiyografiye niyetlendiyse, yazdığı nesnenin biçimine uyuyorsa öyle olabilirdi, yaşamının bir bölümünü yıllar sonra yazacaksa bile o yıllarda kullandığı bir nesnenin biçimine boyun eğebilirdi. Madde madde yaşam, bazı maddeler tek kelimelik, bazıları tuhaf olayların güncesi. Bu “tuhaf”ı çok kullanıyorum da Bellatin’in yaşamı için ne denebilir bilemiyorum, adamın süslü kanca takıntısı eksik elinin boşluğunu dolduruyor, böyle bir yaşam. Neyse, anne çocuğunun üreme organını çok beğenmiş belli ki, pörsümemesi için elinden geleni yaparak hamamda teşhir etmiş sık sık. Çocuktan dinliyoruz, çocuğun numaralı notlarından, çocuk o sırada çocuksa, daha doğrusu bu numaraları yazan çocuksa veya yetişkinse, zamanı ne yapacaksak. Plastik küpeler veya ince iplikler verirlermiş anneye, öyle bir organ gelmemiş gelmezmiş. “Zamanın dokular üzerinde meydana getirdiği izleri keşfetmek belki de o hamamların öğrettiği en önemli şeylerden biridir.” (s. 13) Oğlunun organını teşhir eden anneler hakkında pek bir veri yok, kendi organını teşhir edenler hakkında kıyamet kadar. Hadımlıktan bahsetmiş çocuğun gittiği okulun müdürü, testis düştükten sonra açık yaranın kapanmaması için önlem alınırmış. Annenin rujlu dudaklarıyla çocuğun cinsel organı arasında da bir ilişki var, annenin rujlu dudaklarının başka adamlarla ilişkisi var, bunların belli belirsiz aktarımı çocuğun cinsellikten anlamadığı döneme işaret ediyor ama zamanla ilgili bölümler yetişkinliğin yansıması, yaşamın evreleri iç içe girmiş. Diğer iki bölümden de sızmalar bekledim ben, mesela ikinci bölümde anlatıcı sufiye dönmüş, bağlı olduğu mürşideyi ve çevresini son kitabında anlattığı için dışlanmış, bunların çocukluktaki travmalarla bağlantısını görmek, gerçi o kopukluğu olumladıktan sonra neye görecektim, anıştırma dahi olmamalıydı. İkinci bölümde yazarın Müslüman çevredeki halleri kendini bir kurmacaya hapsetmesinden etkileniyor, ayırt edememe durumu. Etrafındaki insanlar, mürşide ve diğerleri romanlarında yaşıyormuş, roman yaşamında yaşıyormuş, birileri kızmış da yüz vermemeye başlamış artık, inancından kovulmamış da bereketi yitirmiş anlatıcı. Cemaat yittikten sonra köpekleri bilmiş, yine Notos’un bastığı bir kitabında bu köpekler evleri ve bahçeleri dolduruyor, insanların kerterizi haline geliyordu. Köpekler sabit, sahiplerine bağlı, anlatıcının aradığı huzur, sakinlik bu köpeklerden taşıp geliyor, başka hayvanlara gerek yok bu yüzden. Takıntı belli ki. Kurmacada yer aldıklarını bilen insanların tepkilerinden sakınım aynı zamanda, kadının biri kitaptan kaç para aldığını sorarken kadının eşi metindeki bir karakterle meslektaş olduğunu söylüyor. Ölüme dair rüyalar bu kapandan kurtulmanın yolunu gösteriyor, anlatıcının tümörleri oldukça sevimli. Kurtulma ihtimali varsa da acı içinde yaşamak istemediği için ölümü arzuluyor, ikinci bölümden kurtuluyor böylece, üç.

Anlatıcının Alman kız arkadaşı Renault 5 satın almak istiyor, arabalar çıkalı yirmi yıl olmuş da bulmaya çalışıyorlar, doksanlı yılların ikinci yarısı. Bu arayışın hikâyesi bir yana, ilk bölümdeki baba sorununun bu bölümde derinleştiğini görüyoruz. Göçmen baba memur, ayın sonunu getirmekte zorlanıyor, bu yüzden evden atılacaklar. Adam bir gün evi terk edince aile kapının önüne konuyor gerçekten, eşyalarını yardımsever komşular muhafaza ederken aile üyelerini de kolluyorlar, geçici yataklarda huzursuz uykular demek bu. İlk bölümde annenin kayışı koparmasının nedeni eşinin evi terk etmesi biraz da, çok sevdiği adamın yerine oğlunu koyarsa cinsel organla oynar, cinselleşir, tabuları yıkar. Çocuk akıl hastanesine girer, tedavi görürken doktorla, hemşireyle konuşmalarını unutmaz ve en önemlisi önüne konan defterini tedavi olma amacıyla doldurur, hatırladıklarını yazar. O defter, öyle defterler, cisimler hiçbir zaman bitmez, yazmak hiçbir zaman bitmez malum, yaşam başından kırılmışsa her bir parçanın hangi görüntüyü göstereceğini kim bilebilir? Bu üç parçada görünenler üçüncü bölümün sonunda birleştiriliyor, anlatıcı niyetini açıklıyor nihayet, biraz daha anlaşılır kılıyor yaşamını.

Yaşamı, hikâyeleri bir arada tutma çabasının otobiyografiye dönüşmesi, otobiyografinin çabaya dönüşmesi. Şahane bir örnek. Bellatin’den okuyacak bir şey kalmadı, Notos diğer kitaplarını da bassa keşke.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!