Altlık olarak Ferid’le Ceylan’ın hikâyesi var, anlatılan zamana göre Libya’nın son durumu diyebiliriz. Ferid denizi hiç görmemiş küçük bir çocuk, çölün kalbini biliyor bir. “Ataları göçebe Bedevi kabilesinden geliyordu. Vadilerde, bitkilerle örtülü dere yataklarında durup çadır kuruyorlardı. Keçiler otluyor, kadınlar kızgın taşların üzerinde yemek pişiriyordu. Hiç ayrılmamışlardı çölden. Kıyı halkına, tacirlere, korsanlara karşı bir tür güvensizlik duyuyorlardı. Çöl onların açık ve sınırsız eviydi.” (s. 13) Egzotik dünyanın orasından burasından tasvir, geçmişin zenginliklerle dolu gelenekleri, ritüelleri, bilmem neleri. Yaşlılar öldükleri yere gömülürler, “kumun sessizliğine” terk edilirler, koyun işkembeli kuskusla haşlanmış unu karıştırıp yer çölün insanları, gündelik yaşamlarından ilginç pratikler özellikle seçilmiştir ki Reis’in yok ettiği dünyanın ardından ağıt yakabilsin okur. O renkli hayatın -zorluğuna, sömürüsüne dair sıfır bilgi- vardığı yer Albay’ın isteğiyle Doğulu yabancı mimarların inşa ettiği koca şehirdir, doğa ortadan kalkıp betona dönmüştür, Reis’in fotoğrafları dört bir yana asılmıştır. Ne pis insandır o Reis, bir başına iç savaş çıkarmış, kralı devirip sözde özgürlüğü getirince başa geçivermiştir. Bu arada petrolü, ülkenin diğer kaynaklarını da kendiliğinden peşkeş çekivermiştir herhalde, bilmiyoruz, Mazzantini araya bir iki kılçık atıyor ama hikmetten sual olmaz havası çalıyor genelde. Neyse, Ferid’in annesi Cemile oğlu için şarkılar söylerken baba Ömer televizyon anteni monte ediyor, güzel bir yaşamları var. Ne zaman yeni isyancılar ortaya çıkıp Ömer’in eline silah tutuşturuyor, Ömer halkın üzerine ateş açmayı reddedip çatıdan aşağı atılıyor, son nokta konuyor, oradan gitmeleri lazım artık. Ferid’i annesinin boynuna astığı muska kurtarmayacak, ara sıra gördüğü Ceylan hiç kurtarmayacak. Hayvanı hemen kodlayalım, Libya’nın masumiyet sembolü, Ferid’in çocukluk büyüsü, ardından ağlanacak insanların tezahürü, her neyse. Kimilerine göre Reis iyiymiş ama yine baskı kurmuş halkın üstünde, demokrasi yanlıları savaşmaya devam ediyorlar, Ferid’in amcası Hişam mesela. Bingazi Üniversitesi’nde okurken isyancılar ordusuna katılıyor Hişam, öldürülüyor. Kadınlar televizyondan başka hiçbir şeye bakmak istemiyorlar, savaş umurlarında değil, hani diğer etkenlerin esamisi okunmadığı için suçu onlardan bileceksek biliriz ama büyük haksızlık. Mazzantini ne yapıyor o zaman, öyle bir çerçeve çiziyor ki sorumluluğu olduğu gibi bu insanların üzerine yıkıyor. Olmuyor, arada İtalya’nın sömürgeciliğine, Batı’nın bu tür ülkeleri kurcuklayıp karıştırdığına dair bahse rastlarsanız alkışlayınız, nadirattandır. İki saçmalıktan bahsedeyim, mecazi bir karanlıktan bahsedilmediğine adım gibi eminim, peşin hükümlüyüm ama yanıldıysam bile arıza var: “Cemile geceyi bekledi. Hiçbir gece o gece kadar karanlık değildi. Dolunay kum tepeciklerini, palmiyeleri, binaları ve uğursuzluğu def eden sivri damlı kerpiç evleri aydınlatıyordu.” (s. 22) Dediğim gibi değilse daha şık verilebilirdi kontrast, ikinci meseleyse Ferid’in zekâsıyla ilgili. O “kara” gecede Cemile’yle Ferid bekliyorlar ki Ömer dönsün, Cemile eşinin bedeni getirildiğinde Ferid’i içeri bir yere yollayıp ona uyumasını söylüyor, Ömer’in bedenini temizleyip gömüyor, Ferid mahzenden çıkınca ölü merhemi kokusunu alıyor, bahçedeki eşelenmiş toprağı görüyor, ee, denize doğru yolculuğa başlamadan önce annesine babasının eve nasıl döneceğini soruyor? Bu çocuk öyle aşırı küçük bir çocuk değil, sebep-sonuç ilişkilerini rahatlıkla kurabilir, bu nesi o zaman? İşte, ailenin biriktirdiği bütün paraları alıp yola düşüyorlar, millet güneye gidip vurulmayı göze almışken onlar kuzeye, Akdeniz’e doğru seğirtiyorlar, ölüm tehlikesi büyük ama kıyıya ulaşıyorlar nihayet. Küçücük bir tekne, mülteciler, kaynama noktasına gelmiş içme suyu, hepsi bu. GPS bozulmazsa karşı kıyıya varabilecekler, Cemile’nin ailesinden oraya gidenler var, bir umut onlar da kurtulacak. Reis salmış onları Akdeniz’e, hani Avrupa’nın başına bela olacak mülteciler aynı anda karaya bir çıksa “Kardeşim Berlusconi”yle geçirilen güzel günlerin ardından gelen ihanetlerin öcü alınacak. Çok kötü insan o Reis, ölümlerden sorumlu. Mazzantini de gazladıkça gazlıyor vallahi, salladığını deviriyor nihayet: “İhtiyaçlarını ortak bir kovaya yapıp denize boşaltıyorlar. Hayvan mı bunlar? Daha da beter. Hayvanlar bu kadar korkmaz ölmekten. Deniz başlı aşına bir dünya. Dünyanın içinde ayrı bir dünya. Kendi yasaları, kendi gücü var. Genişliyor ve yükseliyor. Tekne, ölü bir bokböceğinin kabuğu gibi.” (s. 33) Osuruktan teyyarenin doldurmacasını görmezden geldik diyelim, o neçe bir betimdir, benzetmedir, vallahi insan hayret ediyor, kurmaca derinliğine şaşıyor. Mazzantini’nin Sakın Kımıldama‘sını düşünüyorum, bir de bu düttürüsünü düşünüyorum, hey yavrum hey. American Fiction halt etmiş yani, dramın kralı Avrupa’da yazılıyor. Hemen o cenaha geçip altlığı olduğu gibi bırakalım ama sonda tekrar ele alacağız çünkü Vito’yla Angelina’nın hikâyesi o teknenin başına gelenlerle sonlanacak. Yolculuğun nasıl sonlandığını biliyoruz, Avrupalıların sürgün hikâyelerini bilmiyoruz, öğrenelim. Angelina’nın annesiyle babası Santa ve Antonio 1938’de göçmüşler İtalya’dan, “ada” dendiğine göre Sicilya diye sıkıyorum ama birçok ada var, bilemedim. Faşizm rüzgârından kaçan yoksul köylüler Libya’da karaya çıkıp toprağı işlemeye başlıyorlar, Arapça öğreniyorlar, gelenekleri ve inançları Araplarınkine benzediği için mekanın yerlileri hemen benimsiyor İtalyanları. İngilizleri sevmiyorlar mesela, baştan istemiyorlar, İtalyanları da Kaddafi kovana kadar kardeş belleyecekler. Antonio’nun atölyesinde ürettiği mumlar Gazel’in getirdiği balmumlarından mamul, işlem uzun uzun anlatılıyor ki emekle sıcak bir ilişki kuralım, mumun hazırlanırken edindiği o parlak renk “sessizliğin rengi” olarak anlatıya da taşsın. Angelina’yla Gazel’in oğlu Ali’nin önce arkadaşlığı, sonra yarenliği geride bırakılanın acısı olarak değerlendirilecek yıllar sonra, başta bu ikisinin cennet bahçelerinde koşuştuklarını, Angelina’nın yamuk yaparak Ali’yi neredeyse öldüreceğini göreceğiz, aşk sonra doğacak. İtalyanlar iyice serpilecek o sıra, şirketler kuracaklar, faaliyet alanları genişleyecek, petrolle ilgili çıkarları sömürüyü hızlandıracak, Kaddafi kafa tutarken İtalya’yla dost olacak birden, o da kaşık sallamaya başlayacak. Ara bozulunca halktan çıkacak acısı, Angelina’yla ailesi canlarını zor kurtarıp İtalya’ya dönecekler ama Libya’yı unutamayacaklar, özellikle Angelina’nın içinde büyük bir yara kalacak, daima açık. Vito’nun anlaması mümkün değil, annesinin suskunluğu yüzünden babasının kaçarak iyi ettiğini düşünecek de Libya’yı ziyaret ettikleri zaman o acının yaşamları nasıl değiştirdiğini görebilecek nihayet. Hatıralardaki gibi değil şehir, Yahudi mezarlığının üzerine gökdelenler dikilmiş, sokaklar değişmiş, tanıdık kimse kalmamış. Ali’siz bitmezdi tabii, Angelina aranıyor taranıyor ve Ali’yi buluyor nihayet, rehberi Namık’ın yüzünün neden asıldığını, Ali’nin evine neden girmediğini düşünemeyecek kadar heyecanlı. O şişe dibi gözlüklü, düşünceli, iyi huylu çocuk gitmiş de üstünden başından zenginlik akan bir adam gelmiş yerine, iki eşi de hizmetçi gibi çalışıyor, tam faça. Bir iki şeyi hatırlıyor tabii, canlarını kurtarmak için kaçmadan önce Angelina’yı mutlaka bulacağının sözünü vermişti, bunu hiç eşelemese de birlikte oturdukları ağacı, Angelina’nın yüzünden ölümden döndüğünü hatırlıyor, gülerek anıyorlar o günleri. Vito her şeyi gözlemliyor, o kara kuru adam annesinin hayatından çıkmasaydı Batı’nın fişeklediği zengin bir petrol kodamanının oğlu olabileceğini düşünmüyor çünkü kalbi İtalya’da, iyi ki babasının oğlu. Vurucu finalle noktalayayım, saraydan çıktıkları zaman Namık geliyor, Ali ve saz arkadaşları yüzünden sayısız Libyalının öldüğünü, o tayfanın istihbaratla doğrudan bağlantılı olduğunu söylüyor. Devlet terörünün önde gelen isimlerinden iş insanı Ali Bey. Ne yıkım ama Angelina için, dünya ne kadar masumdu. Ali de o kötülerin tarafına geçti.
El yıkama romanı deyip geçiyorum, Mazzantini şöyle sabunla bir yuğuyor elini kolunu, acıyı pekleyip ödüllere koşuyor. Bravo.
Cevap yaz