Hazır, başla: “Geçmişinden Bir Adam” anlatıcının annesinin geçmişinden bir adam, Franz, annenin münasebetsiz bir ilişki kurduğu veya kurmadığı, yıllar sonra münasebetsiz bir ilişki kurmaya meyilli, Franz ortada yokken bile ihanete teşne olduğu, babanın eve dönme ihtimalinin sıfır olmasına rağmen -Vernon Hall akıl hastanesi mi, huzurevi mi, her neyse- doksan dört yaşındaki annenin görünüşe göre aklının başındalığıyla yöneldiği çünkü ihanet potansiyelinin hâlâ genç ve taze olduğu. Cümle nereye dağıldı gitti bilmem, bu bir yaşlanmama öyküsü, durum saptaması, Davis’in çoğu kısa öyküsünde olduğu gibi. “Aydınlanmış” mesela, geride kalmış arkadaşlarımıza ağıt mıdır, yaşamın bir noktasına çakılmışlara vedadır. Anlatıcı son bir defa dener, onunla arkadaş kalmaya çalışacaktır çünkü o da aydınlanmış olabilir. Kendilikten ötekine bir paralellik, varsa. Yok. “Neredeyse elli yaşına geldi ve görebildiğim kadarıyla yirmi yıl önce onu yanıdığımda, genelde erkeklerden bahsettiğimiz zamanlarda nasılsa, şimdi de ancak o kadar aydınlanmış.” (s. 17) Anlatıcı daha çok aydınlanmış ama bunu söylemeyi yakıştıramıyor kendine, bu yüzden aydınlanmasını biraz ertelemek istiyor ki arkadaşının aydınlanmadığını söylemekten vazgeçsin. Kısır bir ilişkinin sürmesi için altta yatan nedenler yığını kuantum çorbası halinde duruyor, anlatıcı oralara eğilmeyip sadece “yakıştırma” fikri üzerinden yürüdüğü için görmüyoruz ama seziyoruz: “aydınlanma” entropinin gereğini yerine getirmektir, anlatıcı tek başına sosyofizik kanunlarına karşı durarak insanlık yapmaktadır. İnsanlık yapmak. Olumsuz anlamlarıyla da. “Köpek ve Ben” iyi denk geldi şu an, Tibor Dery’den Niki‘yi okuyorum da, insanın hayvanla ilişkisini şöyle derinden bir kavramak için iyi. Dery metninde Niki’yle ilişki kuran çiftin sevgisizlikten doğan davranışlarının nedenleriyle sevgiye yorulabilecek yaklaşımlarını kıyaslıyor, diğer yanda tatlı köpeğin koşulsuz sevgisini tokuşturuyor bu kıyasla, insanın neden sevgiden korktuğunu veya korkmadığını, insanın köpeğe yaklaşıp yaklaşmadığını inceliyor. Davis’in öyküsünde karıncaların da başını kaldırıp bakabilecekleri söyleniyor, köpeklerden bir farkları yok, hatta insanın da köpekten bir farkı yok çünkü köpek insanı köpek sanıyor, insanın insan olduğunu bilmiyor çünkü bildirgeçleri yok, köpek her canlıyı kendinin bir formu olarak belliyorsa insanın havlamasından insanlığa dair değil, köpekliğe dair bir veri sağlıyor demek. Anlatıcının çok sıcak günlerde dışarıya çıkmaması, gezinmemesi, köpeğine “Yok! Yok!” diye havlaması makul. Köpeğin “Var! Var!” diye havlaması da makul olurdu mesela, ne ki böyle havlayıp havlamadığını bilmiyoruz. Havlamanın sayısız anlamından kaçını biliyoruz. Konuşmanın sayısız anlamından da kaçını biliyoruz, Pirandello’nun dediği gibi bazı sözcükler bazı genelgeçer anlamları tam karşılıyor gibi görünse de aslında bizim ona yüklediğimiz anlam kadar yaklaşıyor, sonuçta anlaşamıyoruz. Tam olarak. İki çizgiyi çakıştırmaya çalışıyoruz da sapmalara engel olamıyoruz, ancak mevzunun dışından bir yerden müdahale ettiğimiz zaman yola sokuyoruz ama bulandırıyoruz, silikleştiriyoruz, ne bileyim, bir yerden sonra çakışmıyor artık. Falan. Kafka’nın yemek yaptığı öyküyü bir Kafka öyküsü olarak okuyabiliriz, Milena’yla beraber olmak isteyen yazarımızın Felice’yi de aklından çıkaramaması, ikisinin arasında salınıp durması yeter. Kafka’nın aforizmalarını andıran savlar da cabası: “Kimse cehennemin en dibindekiler kadar temiz, saf şarkılar söylemez – meleklerin şarkısını dinlediğinizi sanırsınız ama bu öbür şarkıdır.” (s. 31) Uzaklık için bir öykü daha var, kötü an(ı)ların etkisi altındaki çiftinki, hani köyü hislerle dolup taşıyor biri, başka hiçbir şeye yer kalmıyor, sonra ikisi de kendi uğraşlarına gömülüyorlar da uyuyorlar, uyanıyorlar, aynı biri akşamdan kalma bir memnuniyet hissediyor, sonra memnuniyet hissettiği anları birbirine bağlayıp kötü zamanlara yer bırakmayacak kadar dolduruyor ilişkiyi, mutlu oluyor. Anlık bir değişim o, birlikteliğin kötülüğü dipsiz gibi görünürken bir başınalıktan doğan güzelliğin ilişkiyi de güzelce yenilemesi. Hoş. “Yasaklı Konular” aynı meşrepten, ilişkilerdeki yasaklı konuların konuşmayı da yasakladığı noktada yasakları azıcık delmek, en azından bir yasağı esnetmek şöyle, sonra yasakları teker teker aşıp her şeyi konuşabilir hale gelmek. Üzerinde konuşulabilecek konuların artması. Bir şeyi konuşabilmek, yasağı ortadan kaldırmak. Acı verecek ama hafifletecek, göğüsteki ağırlığı alacak, ikiliği ortadan kaldıracak bir açıklık. Tarafların birbirini tartmasıyla ilgili hikâyelerin yanında Davis’in ilginç buluşları da var, duyularımızı kullanma derecemiz mesela, duyulara duyduğumuz saygı. Hunharca kullanırız bazen, vasatlığa mahkum ederiz, bazen de en iyiyle ödüllendiririz: burna çiçek, ellere kadife, kulaklara konser, ağza restoran. Kişi bazen de yorulur, bırakıverir duyularını, duyuları da kişiyi bırakır. “Eğer hepsi onu bırakırsa, gerçekten yalnız kalır: Karanlıkta, sessiz, hissiz ellerle, boş bir ağızla, boş burun delikleriyle kendi kendine sorar: Onlara kötü mü davrandım? Onları iyi ağırlayamadım mı acaba?” (s. 38) Niteliği arzular belirler genelde, duyularımızın arzuları doğurduğunu düşünmeden başka bir düşüncenin öncüllüğünü benimseriz, ser miyiz, öyle mi karşılarız bir duyuyu? Duyuya hazır olmak diye bir şey varsa. Sevmeye hazır olmaktan da bahsederler, böyle bir şey varsa. Hiçbir şeye hazır olmadığım, hazır olmadığımın farkında bile olmadığım zamanlarda oldu her şey, diyorum ve öznelliği bırakıyorum, “Dilbilgisi Soruları”yla da bitirmeyeceğim, uzun öykülerden de bahsedip öyle. Aslında yaşamakla ölmenin aynılığı üzerine bir soruşturma bu öykü, Romalılar biri öldüğü veya yaşamdan uzaklaştığı zaman “öldü” değil de “yaşadı” derlermiş, değişimin izini takip etmek isterdim. Anlatıcı durumların çeşitliliğini, aslında sözcüklerin anlamca kaypaklığını inceliyor, misal hastalık yüzünden biri ölmek üzere olduğu zaman yaşadığını söyleriz ama o kadar da yaşamıyordur, o kadar da yaşamamak için bir kavramımız yoktur. Vernon Hall geçmişti öykülerden birinde, anlatıcının babasının kaldığı yerdi, bu öyküde de geçiyor: Vernon Hall’da yaşadı ve orada öldü, öldüğü için onunla ilgili her şey geçmiş zaman kipiyle söylenmeli artık, o öldükten sonra hâlâ o değildir, başka bir şeydir ama “o”luk ve ölüm arasında bu mesafenin doğuşunu anlamak zor. Bedeni yok artık, aslında var ama bir süre sonra olmayacak, o bir süreye kadar var, şimdiki zaman kullanılabilir, o bir adamdı ve adamın öldüğünü söyleyenler haksız çünkü o bir adam değil artık, ölen adamlar adamlıktan çıkarlar belki, kim bilir, birinin babası ama geçmiş zamanda, şimdiki zamana sığdıramamak bir babayı. Ölüyor diyelim, oluş fiili, intihar haricinde oluşluktan çıkamaz, belki o durumda bile çıkamaz, müntehir zaten uzun süredir edilgendi hayata karşı, yapacak hiçbir şeyi yoktu. Kasten nefes almak. O küller eskiden bir babaydı.
İki kadının baştan sona yaşamı, biri Siyahi, diğeri İskandinav göçmeni, Amerika’nın küçük şehirlerinden birinde gönüllerince yaşamışlar. Sevmişler, çalışmışlar, yaşlanmışlar, var olmuşlar, anlatıcı bütün bu oluşları laboratuvar ortamındaymış gibi değerlendiriyor. Başlıkları duygular, eylemler, yıllar oluşturuyor, çalışmanın genişletilmiş versiyonunda yer alan kadın araya dereye sıkışıyor, italik, onun yaşamını da görüyoruz ama esas o iki kadın. Öykünün sonunda ölmüyorlar üstelik, anlatı zamanının dört yıl ötesine uzanıyorlar. Bir de hasta arkadaşlarına mektup yazan okullu çocukların mektupları var, cümle yapılarından duygulara kadar sayımdöküm. Çoğu öykü demez, prospektüse öykü diyen benim gibiler için öyküdür.
Davis’in öykülerini seven pek kimse çıkmaz sanıyorum, öykülerin şimdiye kadar ses getirmemesini de buna bağlıyorum ve ekliyorum: Öyküye kafa yoran herkes okumalı.
Cevap yaz