“Depersonalizasyon” deyip işin içinden çıkmak kolay olur, öyküye de yazık olur bu durumda, “Aşağıdan, Bir Komşu Olarak” o adamla konuştuğunu duysa iyi ki o kadın olmadığını düşünecek anlatıcı, iyi ki konuşması, düşünceleri o kadınınki gibi değil, o kadın olmadığına sevinecek bir konumda olmadığı için üzülmüyor çünkü o kadın olsa o kadın olmaktan çıkıp sevineceğini düşünebileceği bir konumda olmayacaktı, kısacası o kadın olmak ve/veya olmamak iki sonuçtur, farktan farklı öyküler çıkabilirdi ama Davis sadece bir ihtimali değerlendirdiği bir öykü yazmış, kullanmadığı potansiyeli başka öykülerde değerlendirmiş. “Tekrar Etmek” bir edime farklı yollardan ulaşılabileceğini de gösteriyor, Butor’ya göre seyahat etmek yazmaksa seyahat etmek okumaktır da, bu okumanın yazmakla ilişkisi Davis’ten menkul, öyküdeki tekrarlara dışarıdan katılan tek öge bu. Steiner çevirmek de okumaktır demiş, yazmak seyahat etmek ve okumaktır, tersi de geçerlidir, öyleyse seyahat etmek, çevirmek, çevirdiğimiz için okumak, seyahat ettiğimiz için okumak, her yerde ve her eylemde okumak altı veya sekiz defa okumak eder, bütün eylemler okumaya varır, “okumak, okumak, okumak ve okumak demek”, aynı iddia gezmek, çevirmek ve yazmak için de ortaya atılabilir çünkü okumak lazımdır bunlar için, bir eylemde kaç kez okumak gerektiği okurun takdiri değildir çünkü okumalık bir şeyler hep vardır, insan ve insanın yazdığı da okunursa denklem birkaç kata çıkar, önünü alamayız. Dolayısıyla Davis’in ne yaptığını anlamaya çalışırken kendisini nasıl durdurduğunu da görmeye çalışabiliriz, kolaydır. Bu tür öykülerinde muhtemel senaryoları sıralayacakmış, metni sonsuza uzatacakmış gibi gelir ama öykü kafada çoktan tamamlanmış, nihayete ermiştir, savrulma payı yok gibidir, sezdim. Uzarsa uzar ama öykü yavanlaşır bu kez, okur bir numara döndüğünün farkına varır, mesela “Köydeki Jack”te Henry, Jack ve Laura ilişkisi birden fazla Jack’in ortaya çıkmasıyla yanlışlıklar komedyasına döner, insanlar birbirlerine darılırlar, en sonunda Laura’nın kalbinin Laura dışında hiç kimsenin bilmediği bir Jack’e kaydığı ortaya çıkacak. Her karakterin birden fazlasına yer verilse düğüm sımsıkılaşacak, Davis buna yanaşmayarak çözülmesi zor ama mümkün bir düğümle yetiniyor. Anlatıcının odaklandığı bu düğüm sadece, tasvire veya düğümün dışındaki bir ögenin açıklanmasına yer vermeden işliyor hikâyeyi, kısacık zaten. Kitaptaki öyküler genellikle kısa, kıpkısa parçalardan oluşmuş son öykü ve birkaç öykü hariç. Bu parçalarda tuhaf inançlarla dünyanın katılığı çakışıyor, soyutlamanın zenginliği. “Kafa Karışıklığına Örnekler”in ilk parçasında kendisine yine dışarıdan bakan bir anlatıcı var, gece geç saatte evine dönerken bir dükkânın vitrininden içeri bakıyor, arkalarda bir yerdeki aynadan kendine. Arkada şehrin ışıkları parlak, önde beyaz bir ceketin içinde karanlık. Geç vakit, uçarcasına hareket eden beyaz ceketin içindeki anlatıcı olmaktan çok uzak anlatıcıya göre, o kadar uzaktan kimse kendisi değil ki zaten arkadaki parıltının etkisiyle gölgeye dönüşmüş beyaz ceketin içindeki/anlatıcı ama anlatıcı da değil. Bir kavrayışın yan etkisi, oluyor. Yürüyorum, gökyüzünden bir şeyin yürüyen adama hızla yaklaştığını görüyorum, içine girince her yer karanlık. O şey korkunç değil ama korkup arkama baktığım oldu kaç kez, oluyor. Yani öyle şeyler yakalamış ki Davis bence kodlarımızda mevcut tuhaflıklar hepsi, mesela ayaklarımıza bakıyoruz ve benliğimizle o ayakları bütünleştirmeye çalışıyoruz ama olmuyor çünkü ayaklar benlikten ne kadar uzak ve ayakların benlikle ne ilgisi olabilir ki? Aynaya bakınca bir yansıma var ve düşündüğümüzden o kadar başka, o kadar yabancı ki bilemiyoruz onun kim olduğunu. Bunun ayrı bir öyküsü de var, anlatacağım ama şimdilik bu tuhaflıklar. Anlatıcı kendini kötü hissediyor o gün, dar pencereden dışarı bakınca kendi ruhunu görüyor: yaşlı, eğri büğrü bacaklı bir köpek, verandanın penceresinden deli deli bakıyor. Hayvanla da değil, bir nesneyle özleşme, belki nesnelerin acı duymadığını ya da nesnelikte acının azlığını düşünmekten, yaşamanın daha kolay olabileceğini ummaktan. Mesela anlatıcı araba kullanıyor, yolun ortasında kahverengi bir şey, büzüşmüş. Hayvanlar için üzülüyor anlatıcı, yaklaştıkça şeyin hayvan değil, kesekâğıdı olduğunu görüyor: “Az önce hissettiğim üzüntünün kesekâğıdıyla beraber, hâlâ orada olduğu bir an yaşıyorum, bu yüzden sanki kesekâğıdı için üzülüyormuşum gibi geliyor.” (s. 179) Sırf bir yönüne takılıp kaldım Davis’in, şeyleri kendinden bilmesine. Örnek verip uzun öykülerine geçeceğim, penceremin önünde adını bilmediğim ağaçlar var, birinin yaprakları kuruyunca hemen düşmüyor, süzülmeye başlıyor çünkü o yaprak süzülmeye müsait bir biçime sahip. Azıcık rüzgâr varsa yaprak pır pır dönmeye başlıyor ve döne döne havalanıyor, bir yere gidiyor. Nereye gidiyor? Bunu değil de alçalmaya başlayacağı ânı düşünüp üzülüyorum ben, o yaprak yere yaklaşacak. Yerin kötülüğünün anlamı neyse üzüntününki de o. Şu ayna ve kişiliğin inşası öyküsü, son. Ayna yerine yansıtıcı olarak insan var. Anlatıcı nasıl bir insan olduğunu bildiğini düşünüyor ama üniversite hocası olduğunu söylediği insanlar akıllarındaki üniversite hocası şablonuna oturtuveriyorlar anlatıcıyı, epeyce başka birine dönüşecek anlatıcı, aslında öyle biri olmadığını göstermeye çalışacak ama kişiliğine uymayacak bu da. Çözüm: “Sonra sorunun ne olduğunu anlıyorum: Başkaları beni böyle tarif ettiğinde beni tamamen tarif ediyor gibi görünüyorlar ama aslında beni tamamen tarif etmiyorlar; benim tam bir tarifim üniversitede çalıştığım gerçeğiyle epeyce çelişen gerçekler de içeriyor.” (s. 176)
“Lord Royston’un Gezisi” uzunca, Rusya’nın derinliklerine dek uzanan bir gezinin anlatımı. Atlılar‘da Kessel’in betimlemelerce anlattığı coğrafyaya da varıyor ama sadece pastorallik yok, gezilen yerlerin kültürleriyle taşı toprağı bir arada değerlendirmek zenginleştiriyor öyküyü. St. Petersburg’da düşünülecek şey Rusçada kırmızı‘yla güzel‘i ifade etmek için tek bir sözcüğün kullanılması, Romalıların mor‘u renge dair herhangi bir anlam içermeden her yere yapıştırabilmesi mesela. Yerlilerin gizemleri, paganlar, gitmesi zor yerleşkeler bir bir geçiyor önümüzden, Lord efendinin her şeyi inceleyen bakışı olmasa Tayga‘daki gibi uçsuz bucaksız topraklardan başka bir şey göremeyip bunalırdık. Adamımız hastalanıyor, yolda kaza geçiriyor, tam bir macera açıkçası. Davis pek mahir bir yazar, kullandığı anlatı biçimlerini ustalıkla kuruyor.
Bir iki kısa öykü: “İkinci Şans” yine bir “ben/ben olsam” öyküsü. Hatalardan bir şeyler öğrenip o hataları bir daha yapmayız, yapmamamız gerekir çünkü hayat kısadır ama şartlar değişir, insanlar değişir, anlamlar değişir, dolayısıyla bir kez yaptığımız bir hatayı ikinci kez, üçüncü kez de yaparız çünkü hiçbir şeyin aynı olmadığını düşünürüz, biz dahil her şey değişmiştir, değişebilir, hatamız hata olmaktan çıkabilir ama hataysa bile aynı hata değildir, başka bir hatadır çünkü biz dahil her şey değişmiştir.
“Git”te söylenenle kastedilen arasındaki uçurumdan bahsedilir. Biri, “Git buradan ve geri dönme,” der, kasıt başka olsa da o söz söylendiği için kırılırız, aslında gitmemiz istenmez ama orantısız bir tepki verilmiştir, gitmemiz yönünde bir emir almışızdır, emir kipi en yaralayıcı kiptir çünkü ilişkide var olmaması gereken zorbalığı açığa çıkarır, tarafların ilişkideki rolünü belirler, bilinmeyeni de belirgin kılacağı için gizemi ortadan kaldırır, kısacası “geri dönme” sözünde kızgınlıktan çok daha fazlası, patolojik bir öge vardır, bu yüzden mesela ben Sezen Aksu’nun şarkılarını hiç sevmem çünkü patolojik bir söylem, sağlıksız ilişkileri bence olumlayan bir yan vardır o şarkılarda, “git” diyen “gitme” der, aslında yalan söylemiştir veya büyüyemediğini, küçük bir çocuk olarak kaldığını ve bütün haltı bu yüzden yediğini söyler, çarpıklığını mantığa bürür. Neyse, Davis’i heyecanla okudum, şiddetle tavsiye ederim. Şiddetle tavsiye ettiğim kitapların arka arkaya gelmesi süper olay.
Cevap yaz