Barlas Özarıkça – Hay

Özarıkça’nın öykülerinde son derece kontrollü bir kayma var, gerçekliğin temsilinden gerçeküstüne geçişin basamakları iyice fark edilir hale geliyor üç beş öyküden sonra. “Havaalanı” mesela, Özarıkça’nın marş öyküsü. “Şişman, kısa boylu adam” fiziksel özellikleriyle ayrışıyor başta, yalnızlığıyla iyice başkalaşıyor, sabahları havaalanına giderek yalnızlığını gidermeye çalışıyor. Bostancı’dan kalkan ilk otobüs, Sabiha Gökçen, yolculuk sırasında altmış yılın muhasebesi: iş, eş, oğul, hayat tarafından terk edilmek. “Herhangi bir şeyi anlatmaya teşvik edecek hiçbir şey kalmamıştı ona. Dünyadaki işi hemen hemen bitmişti. Yaşayan sevdiği insanlar tarafından da hâlâ sevilip sevilmediğini kestiremiyordu. Artık hiçbir uğraşın, aşırı ilginin, etkinin-tepkinin adamı değildi.” (s. 68) Öykülerdeki karakterler kendi gerçekliklerini yaratmada mahir çünkü sürekli tekrarlanan yalnızlık, başarısızlık, derbederlik yeterince uzun, var olmanın bir başka biçimini, verilenden ayrı bir yaşamı oluşturacak kadar. Yenilgilerin tarihi öyküleri boydan boya geçer, karakterin bilinmeyene henüz evrilmemiş dünyayı gözlemlediği anlarda pörtler, aprondaki uçaklardan insanların önüne atılan kitaplara geçiveririz, yazdığı bütün kitapları köpek yemine indirgeyen karaktere göre okurlar ne kadar yaklaşsalar da “kurdukları sisteme uymayan” metinlere dokunamazlar, korkarlar. Ani kırılımlarla karşılaşırız, anlatılan zamanda Hamburg’un karı, Barcelona’nın dalgaları, Olympos’un rüzgârı mevzubahistir, bir de karakterin beş yaşındayken uçak kazasında kaybettiği babası. Telefonların, aletlerin çıkardığı gürültü, havaalanındaki hareket tansiyonu iyice yükseltir, karakter bu akışla baş edemez, o insanların arasına karışamayacağını düşünürken silahlar patlar, psikolojik tahlilden sosyolojik çıkarımlara geçeriz. Kıskanç sevgililerin, teröristlerin, kaçakların yolu havaalanına düştüğüne ve karakter bunlardan hiçbiri olmadığına göre istediği kimliğe bürünebilir, nitekim kendisini sorguya çeken polislerin iddialarını hemen benimser ve örgütünün polis teşkilatını yıkacağını söyler, o sıra altına işer ve ılıklık hoşuna gider. İyice eğilip bükülmüştür gerçeklik, burada kırılabilir: “Gerçek ile hayal arasındaki ikilemini hayalden yana kullandı. Uçakların havalandığı pistlerin altında uçsuz bucaksız bir mahzen gördü; bu yeraltı dünyasının en uzak köşesindeydi nezaret.” (s. 74) Geçmişle şimdi iç içe geçer, koğuşlardan birinde gördüğü babasıyla aynı yaştadır karakter, sonra çocuktur, babasının sorularına cevap vermeden çıplak kadın resimleri çizmeye başlar. Kadınların organları eksik, tavandaki sarsıntı korkunç, çarpık dünya da normali gibi kırılıp gidecekken nihayet iç hatlar kapısı. Karakter bütün yenilgilerine rağmen hayatını isteğince yaşadığını düşünüp teselli bulur, sevinir, facia potpurisi sonlanır sonlanmaz otobüse atladığı gibi evine döner. Veya Papini’nin metnine. Tuhaf icatlarıyla ortaya çıkan tuhaf insanlar Papini’nin icadı olmasa da imzasıdır, değişime can havliyle bel bağlamış bu insanlar yaşamı radikal yollarla değiştirmeye çalışırlarken umutsuzluklarını ortaya koyarlar, Özarıkça’nın anlatıcısı daha dar bir çerçeve çizse iki yazarın karakterleri arasında doğrudan bir bağ bulabilirdik. Hele Bitik Adam tam bir Özarıkça metni, bitik olmayan bir Özarıkça karakteri yok. “Mavi Yosun Apartmanı” kurgunun öyküden öyküye değişmediğini gösterdiği için önemli. Karakter -bundan sonra “K”- otuz yıldır aynı saatte evden çıkıyor, son kezinde durağın gerisindeki banka oturup insanları izlemeye başlıyor. Döngü aynı: olaylar, düşünceler, olaylar, çıkarımlar, değişimler ve kırılma. K vuruşmak, kendini savunmak zorunda kalmıştır yıllarca, küçük evini ve ailesini geçindirecek kadar bir gelir elde etmiştir de yaşadığı şehrin kalabalığına, çirkinliğine, kişiliksizliğine varmıştır, gençliğinde var olduğunu bildiği dünyanın yok olduğunu fark etmiştir, yaşadığı semtten hiç ayrılmamaya karar vererek bu bozunumu tersine çevirmeye çalışır. Yeni kişilik, yeni kadınlar, K’nin bunaltıdan kurtulması için ne gerekiyorsa. Takıntı haline getirdiği iki kadının yaşamının bir parçasıdır artık, uyarlanmayla birlikte gerçeklik düzlemleri arasındaki çatışmalar kanlı bir bıçak ve evde bekleyen eş olarak ortaya çıkar. Bakkal “ablanın ne gerekiyorsa aldığını” söyler, eve dönen K aslında kurtulmak istediği yaşama döndüğünü kabullenmek zorunda kalınca boşlukla münasebet kurar bu sefer, başka çaresi kalmamıştır. Havadaki elleriyle toprağa saplanmak ister K, öykü bitecekken bitmez ve anlatıcı değişir, yürüyüşe çıkan adamın gözünden gördüğümüz kadarıyla birileri toplanmıştır da polis onları uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Katı gerçeklik görmezden gelinse de oradadır, polis ekipleri ve ambulans olarak.

Öykülerin çoğu “kurtarır” da “Vordonisi” ve “Tete Teyze” kurtarmaz. Oğullarının bir başına bıraktığı yaşlı kadının, Tete’nin dilini, üslubunu diğer tüm öykülerde bulabiliriz, doksan yaşın anlatımda yaratacağı farklılığa dair hiçbir şey yoktur metinde. Tüm zamanların bir aradalığı yine vardır, Özarıkça çoğu metnine karakterin durumundan yola çıkarak deneme parçaları yerleştirirse yabancılık ve eşzamanlılık gibi sıklıkla değindiği mevzuların dışına çıkmayacaktır, kesin bilgi. “Derler ki bu deniz çok eskiden göl imiş. Kızkulesi yokmuş, etraf bomboşmuş. Eskiden, genç ve güzel kızdım. Benden başka anımsayan yok!” (s. 113) Eski gölle gençlik, Kızkulesi’nin yokluğuyla güzellik denklenir, uzamla karakter birdir. Özarıkça öykünün açıklığını bu noktada tutsa daha yoğun bir yapı kuracakken sulandırdıkça sulandırır işi, oğullarının günün şartlarına göre sevebildiklerini, işlerine tutunduklarını, bir şey başı olduklarını söyler de söyler, oğulların ihaneti öykünün önüne geçer. Sarmal anlatı vasıtasıyla sürekli önümüze gelecek diğer iki konu Tete’nin erkek egemen toplumla mücadelesi ve âşık olduğu Bedevi’ye duyduğu özlemdir, birinin ketlediği diğerine tutku olmuştur adeta. Mimarlık okurken kadınların mimar olamayacağını, toplumda öyle bir şeyin görülmediğini düşünen Tete hemen bölüm değiştirir ve arkeolog olur. Kazılar, akademik şalalalar arka arkaya gelir, siyasi nedenlerle meslekten uzaklaştırılana kadar dünyanın hemen her yerini dolanır Tete. Eşzamanlılığın yanına eşyerliliği de ekleyebiliriz, böyle bir şey yok ama artık var. Her yerdedir Tete, dünyayı duymayı bir kez öğrendikten sonra mekanları bilincinde bir araya getirir. Bilinir, insanın bulunduğu halden başka bir hale tek bir yoldan geçmesi diğer yolları da o tek yola çıkarır, mesela bir zamana döndüğümüzde bir yere döneriz, bir koku aldığımızda tat, doku, ruh, ıbık cıbık ne varsa alırız, klişe. Farkı aşk yaratır, hayatın diğer tüm anları silinir de aşk kalır, ortaya çıkar çıkmaz getirdiği aşkınlığa sıkı sıkıya tutunan şeylerle birlikte. Tete ikinci eşinin yüzünü bile hatırlamaz da Bedevi’yle sevişmelerini benzetimlere boğacak kadar kazımıştır aklına: “Üstüme çıkıyordun, bir yağmur bulutu dakikalarca içimde kalıyordu. Kalktığında sırılsıklamdık. Tütsülenmiş, yumuşak havlularla siliniyorduk. Güneş batarken omzuna iniyordu kartal yavrusu. Çırpınan kanatlarıyla serinliyorduk. Hiçbir şey değildik çölün ortasında. Aptal canlılardık.” (s. 120) Diğerinin yüzü dahi kalmamıştır aklında, ilk eşinin hatıralarıyla yetinir. Çocuklar aynı meşrepten çıkarlar, Bedevi’den olan oğlanla diğeri bir olup kadını yalnızlığa mahkum ederler. Hatıralara tutunmak hayatta kalmaya değer, Tete’nin ölmeye meyilli olsa da biraz daha vakti vardır. Birazcık.

“Vordonisi” iki uç karakterin bir araya gelip geçmişe yolculuğa çıkmalarıyla ilgilidir, aslında uçlukları tamamen uç olduklarından ötürüdür. Kendinde-uç. Gerekçe sunulmaz, birlikte delirmeleri tarihin en antik kısımlarında geçen bir hikâyeye kapı aralamak içindir. Antiklik sonucunda yine zamanda zıplamalar yaşanır, anlatı zamanına döndüğümüzde hikâyenin gerçek olup olmadığını karakterlerden çıkarmakla mesulüz. Belki de mesul değiliz, kendine misyon biçmeyenler olarak hiçbir şeye razı olmamalıyız ama bir resim, bir şarkı geçiyorsa metinde, araştırmak boynumuzun borcudur, bir borcumuz budur belki. Cem Akaş’ın Tekerleksiz Bisikletler‘indeki ilk öyküde Banksy’den bahsediliyordu, bu deli adamı Akaş’tan öğrenmedim de dikkatimi Akaş’a borçluyum. Özarıkça’ya ne borçluyum, özgün bir anlatının nasıl olacağına ve olmayacağına dair sezgiyi. Öykülerin sıkılığına diyecek bir şey yok, sadece biraz daha bol ve ensiz olması iyi olurdu.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!