1980’lerin ikinci yarısında işler yine yolunda: Bakanlar Kurulu’nun geçmişte aldığı kararlar kollanmalı, Muzır Kurulu’na dikkat etmeli, bunların yanında Resmî Gazete’de yayımlanmadığı için yürürlüğe girmemiş, yine de bir şekilde girmiş kararları bilmek için müneccim tutmalı, ne zaman ve nasıl işletileceği bilinmeyen sansür satırını göz önünde bulundurmalı. En temizi otosansür, yazar kendine mukayyet olursa hapse girmez, üstelik yayıncısının da başını belaya sokmaz. “Ama gerçek ne olursa olsun, başta da belirttiğim gibi, son yıllarda Türkiye’de sansür demokrasinin gündeminde yine ilk sırayı almıştır. Sıkıyönetim uygulamalarının yanısıra bakanlık genelgeleriyle kimi kitaplar cezaevlerine sokulmamış, okul kitaplıklarından toplatılmış, öğrenci yurtlarında okutulmamıştır. Kitap çevresinde korkutucu, ürkütücü bir imaj yaratılarak kitapçının, okurun gözü yıldırılmıştır.” (s. 6) Demokrasiye geçiş döneminde memleketimizin özgürlük rüzgârları matbuat âlemine uğramamış, Atilla Özkırımlı’nın anlattığına göre yıllar önce yayımlanmış, birkaç baskı yapmış kitaplar yeniden basıldığında toplatılabiliyor, üstelik kovuşturma süresi altı aydan bir yıla çıkarılmış ve kitaptan sorumlu olanlara kitapçılar, yeri geldiğinde matbaacılar eklenmiş, üretimden tüketime kim varsa parmaklıkların ardına gidebiliyor. Dünyada da benzer bir tablo var, Celâl Üster’in çevirdiği Index on Cencorship‘teki yazılar PEN’in 1972’den itibaren mevzuyu yakından takip ettiğini gösteriyor. Vonnegut’un mektubu istisna, o kişisel bir girişimin sonucu. Mezbaha No. 5‘te Amerika’nın yaşadığı en büyük bozgundan bahsediyor Vonnegut, bahsedebilir, yerin bir katçık altına saklanarak ölüm fırtınasından ucu ucuna kurtulabilmiş, savaşın orta yerinden sağ çıkabilmiş bir adam, gördüklerini anlattığının üzerinde özellikle durmasının sebebi var. Kuzey Dakota’daki Drake Okulu’nun yönetim kurulu kararıyla malum kitap kalorifer kazanına atılarak yakılmış, kitabın zararlı olduğunu öne sürmüşler, tırışkadan gerekçeler öne sürüp istedikleri kitabı okutma hakkına sahip olduğunu söylemişler, sonra da ülkenin dört bir yanından gelen tepkilere şaşırmışlar. Vonnegut kitabını iyi savunuyor da tökezliyor, bir tırışka da ondan geliyor: “Belki, böylece, özgür insanların çok haklı nedenlerle kitapları kutsal saydığını ve savaşların kitaplardan nefret eden, kitap yakan ülkelere karşı verildiğini de öğrenirsiniz.” (s. 17) İler tutar yanı var da yok, Vonnegut gerçekliğinden şüphe edildiğinden yakınırken başka bir yerden çarpıtıyor mevzuyu. Anayasadaki özgürlük maddesinden bahsediyor sonra, öğrencilere çok kötü bir ders verildiğini söylüyor. Daha Vonnegut bir mektup beklerdim, seviyeyi düşürünce yalpalamış Kilgore abi.
Mario Vargas Llosa’nın 1977’de Oklahoma Üniversitesi’nde okuduğu bildirisi edebiyatın ne olup ne olmadığıyla ilgili başat metinlerden. Perulu romancı José Maria Arguedas’ın intiharından bahsediyor Llosa, intihar etmeden önce yayıncısından gazetecisine dek pek çok insana mektup yollayan yazarın dertlerine aşinayız: yazar olarak tükenmişlik, ahlaksal, toplumsal ve siyasal çıkmazlar, köylülerin yoksulluğu, basının düzeysizliği. Llosa buradan yazarın -varsa- vazifesine, özellikle Latin Amerika’da yazar olmanın zorluklarına iki açıdan değiniyor, yazarları topluma “bağlanmaya zorlayan” ahlaksal yükümlülüğün estetik niteliği cortlatması ve yazarın kendine sadık, bağlı kalması sebebiyle toplumdan dışlanması. Memleketimizde de bir dönem faydacılık hatta borazanlık ayyuka çıktığı için nice yazarlar ve eleştirmenler gözden çıkarılmıştı resmen, ilk aklıma gelen örnek Memet Fuat’ın mücadeleyi değil de estetiği öne çıkardığı için sosyalist kanattan gelen tepkilere dayanamayıp antrenörlüğe başlaması. Llosa’ya göre “üst edebiyat” gerçek edebiyattır, dünyadaki bütün akılcı bilgiyi ve inancın dayandığı temelleri sarsar, hele Latin Amerika’nın muktedirlerince yaratılan suni gerçekliği şöyle bir silkelemek için nimettir. Var olan her şeyin canlı, sistemli, kaçınılmaz çelişkisi. “Edebiyatın kökleri, herhangi bir koruyucu toplumsal istenççilikten (volontarizm) çok daha fazla, insan yaşantısının tedirgin, bastırılmış derinliklerindedir.” (s. 25) Resmî kültürün gerçekliği gizleme ve çarpıtma politikasının eşleniği midir edebiyat, tam zıt noktada yer alıp gerçeği bangır bangır söylese iyi midir, değildir çünkü bundan fazlasıdır, fazlası olması gerekir, çerçevelendiği zaman slogana dönüşme tehlikesi doğar. Ne olursa olsun Latin Amerikalı yazarların tepelerinde sallanan sopadan korkarak “toplumcu” metinler yazmaya yöneldikleri sabit, Llosa’ya göre Arguedas’ın intiharının arkasında edebiyatın erekselliğine adanmış böyle bir anlayış var, son kitabının onca toplumculuğuna rağmen başarısız sayılmasıyla birlikte önceki metinlerinden koptuğunu, yarattığı yeni yazının da kıymetsiz olduğunu anlıyor Arguedas, toplumun soktuğu hizadan memnun olmadığı için başka çıkar yol bulamıyor.
Milan Kundera’nın 1977’de yazdığı yazı yakın zamanda çok eleştirildi, Kundera’nın sırtını kapitalist dünyaya dayayarak komünizmden koptuğu söylendi, Yaşam Başka Yerde‘de Avrupa’daki keskin kırılmanın bir sanatçı için ne gibi zorluklara yol açabileceğini gösterdikten aşağı yukarı on yıl sonra yazmış bu yazıyı Kundera, her şey iyice oturduktan sonra. Özetleyeceğim, “Doğu Avrupa”nın otuz yıllık bir geçmişi olan, salt siyasal bir terim olduğundan bahsediyor Kundera, aslında bu terimin karşılığı Rusya, Prag ise Orta Avrupa’ya ait. Batı Avrupalıların coğrafyalarını bilmediklerini söylüyor Kundera, Žižek’in Balkan sınırlarıyla ilgili söyledikleri başka bir bağlamdaysa da benzerlik var iki söylem arasında, batıya gidildikçe her yer doğuda kalıyor, kalanlar aynı kümede değerlendiriliyor ve nihai değerle paketleniyor, dolayısıyla İngiltere’ye göre Avrupa’nın tamamı Balkan sayılabilir. Kundera bu olguyu kültürel açıdan ele alarak Doğu Avrupa’yla ortak yanının pek az olduğunu söylüyor ama tamamen Batı’ya dönüklüğünden bahsetmek de doğru değil sanki: “Çekoslovakya’da yaşadığım sürece, edebiyatın salt bir propaganda aracına indirgenmesine karşı çıktım. Sonra Batı’ya geldiğimde, bir de baktım, buradaki insanlar sözümona Doğu Avrupa ülkelerinin edebiyatından sanki gerçekten de —ister komünizmden yana, ister komünizme karşı olsun— bir propaganda aracından başka bir şey değilmiş gibi söz ediyorlar. Açık söyleyeyim ‘muhalif’ sözcüğünden, özellikle de sanatla ilgili olarak kullanıldığında, hiç hoşlanmıyorum. Bu sözcüğün, bir sanat yapıtını kötürüm eden o politikleştirmeden, o ideolojik çarpıtmadan en küçük bir farkı yok. Tibor Dery’nin romanları, Miloš Forman’ın filmleri muhalif mi, değil mi? Dery’nin ve Forman’ın yapıtları böyle bir sınıflamaya sokulamaz. Sizler Prag’dan ya da Budapeşte’den gelen sanat yapıtlarını bu ahmakça politik kalıp dışında değerlendiremezseniz, o yapıtları en kötüsünden bir Stalinci dogmacı kadar vahşice katletmiş olursunuz. Üstelik o sanat yapıtının gerçek sesini hiçbir zaman işitemezsiniz. Bu sanatın önemi, şu ya da bu politik rejimi suçlamasında değil, buradaki insanların düşünü bile kuramayacağı türden bir toplum ve insan yaşantısının gücüne dayanarak, insanlık durumuna ilişkin yeni bir tanıklık sunmasıdır.” (s. 37) Llosa’nın vardığı noktaya varıyor Kundera, sanat yapıtının önemi konformist ve muhalif bir çizgiyle özdeşleşmesinde değil, dünyaya değişik, bağımsız ve benzersiz bir bakış getirebilmesinde, bu yüzden Batı Avrupa’dansa Latin Amerika roman açısından daha ileride çünkü kaynıyor oralar, umudun ve umutsuzluğun ötesinde metinler yazılıyor, keyif verici metinler. Kundera Batı’nın o dönemde çizdiği sınırları reddediyor, Batı kültürünün bir parçası olarak benimsenmek istiyor, bu durumda “Batı” bile fazla, “Avrupa kültürü” daha iyi. Dönemin koşulları, dönemin düşünceleri, şartları. Bu konuyla ilgili başka bir savını bilmiyorum Kundera’nın, sadece bu yazı üzerinden değerlendirince aşırı eleştirildiğini düşünüyorum.
Ngũgĩ wa Thiong’o hapishane yıllarında tuvalet kâğıtlarına yazdığı metinden bahsediyor, kendi dilinde yazdığı ilk modern romandan umutlu, beynini çürütmeye çalışan iktidara karşı zafer kazandığı için kıvançlı. Cortázar’ın yazısı da hoş, ardından bizim buralara geliyoruz ve kalemi kırılanların, hapse atılanların mücadelelerine odaklanıyoruz. Kalem oynatmanın ne kadar zor olabileceğini görmek için okunması gereken bir metin, keşke tekrar basılsa.
Cevap yaz