Salı Toplantıları’nın sonuncusu 2009’da yapıldı, gerisi gelmedi ne yazık ki. Enis Batur sağ olsun, etikten edebiyata, kentten sosyal bilimlere pek çok alanda bilgilendik, önemli isimlerin konuşmalarından faydalandık. Gerçi yeterince faydalanamadık galiba, doksanların ortasına doğru yapılan bir toplantıda İstanbul hakkında konuşan bir profesör çok kısa bir süre sonra deprem olacağını öngörmüş, beş veya altı yıl sonra da kabus çöküverdi zaten. Neyse, Enis Batur bu toplantılardan çoğuna yayıncı, editör, yazar olarak katılmış, fal taşlarına varan konuşmaları var, pek hoş. Ali Teoman’ın bir yazısı vardı, Enis Batur’un karşısında insanın erimemesinin mümkün olmadığını, ancak Batur’un ilgi alanlarından başka bir alanda bir şeyler bilinirse bu yok oluştan kurtulmanın olası olduğundan bahsediyordu, kendisi kurtuluşu müzikte bulmuş mesela, böylece Enis Batur’un ezici yörüngesinden çıkmış. Bunu niye anlattım bilmiyorum, heh, Enis Batur’un derya denizliğinin yanında o denizde boğulmanın mümkün olduğunu da göstermek için. Bunun da konuyla ilgisi yok gerçi, mesele şiir ve şarkı, şair ve müzisyen, söz ve müzik, lirik ve lir. Moderatör Hasan Ersel’in bir sunuş yazısı var, meseleye kısaca giriş yapıyor. Münir Nurettin Selçuk’un Yahya Kemal Beyatlı şiirlerini bestelemesini düşünerek şairlerle müzisyenleri bir araya getirme fikrine vardığını söylüyor, ikisi yan yana gelse neler konuşurlardı acaba, şaire göre şiirinin müziği nasıl olmalı, besteciye göre sözcüklerin müzikle bağlantısını nasıl kurmalı, bunlardan mı bahsederlerdi? Şiirin şiire çevirisi gibi şiirin müziğe çevirisi de olası mı, dille müziğin matematiği aynı şekilde işliyorsa aralarındaki koşutlukları nasıl bulmalı, böyle sorular. Hilmi Tezgör’ün hoş bir araştırması var, cevaplar için ona da bakılabilir, en basitinden ölçülerin ortak yapısını düşünürsek iki sanatın birbirine kusursuz bir şekilde eklemlendiğini görebiliriz. Kalıplar müzikte ve şiirde kullanılıyor, o halde tokuşturabiliriz bunları. Benim hatırladığım ilk örnek sanırım Ayna’nın bir şarkısı, tabii evde anneannemin açıp izlediği TRT 4’ün TSM eserlerini saymıyorum, çocuktum o zamanlar. Kötü örneğe bakalım, Erhan Güleryüz bir Necip Fazıl şiirini bir sözcüğü değiştirerek olduğu gibi şarkıya sokmuş, yetmemiş, üzerine kendi sözlerini yazarak nakaratı, köprüyü kafasından sallamış, haliyle şiirden kof söze geçiş o kadar belli ki belki o zamanlar güzel gelen şarkı bir süre sonra kulak kanatmaya başladı. Kısacası bir şiiri bestelerken birçok şeye dikkat etmemiz lazım gelir ki yapacağımız işe sövmesinler. Sözcüklerin telaffuzundan doğan sesler, anlamlar, imgeler, dizeler, kafiyeler müziğin inişiyle çıkışıyla, işte koması olsun, senkopu olsun pek çok ögesiyle uyum içinde olmalı. Çok değişik bir ustalık istiyor bu, iki kötü örnek daha vermek istiyorum, bence kötü tabii. Hümeyra’nın ve Ezginin Günlüğü’nün “Şehir” şarkıları. Aynı şiir, iki şarkı. Biri o sözlerin ruhunu hiç yansıtmayan bir vals, diğeri de aşırı ölü, öldüren yavaşlıkta ve yavanlıkta. Şimdi bir “Gidemediklerimiz” olsun, “Aşklar Eskir” olsun, daha pek çok şarkı olsun ne güzeldir, defalarca dinlenir ama bu şiirden şarkı işi başka bir klasmanda resmen.
Zevzeklik yeter, Hilmi Yavuz-Gönül Paçacı ikilisiyle başlıyoruz. Makamlarla başlıyorlar, Hilmi Yavuz hangi makamları sevip hangilerini sevmediğinden bahsediyor, Paçacı’yla nasıl bir araya gelip çalışmaya başladıklarından bahsediyor. Şarkılaştırılan şiirlerde birçok sözcüğün prozodi gereği değiştirildiğini, bunun hoş olmadığını söylüyor, içi rahat ki Paçacı bunu yapmadan kotarmış. Ali Günvar da Yavuz’un bir iki şiirini gitarla bestelemiş, kayıtlar internette yok sanırım, merak ettim şarkıları. Neyse, Yahya Kemal’in “deruni ahenk” meselesi açılıyor, her sanat formunun müziğe varacağına dair bir alıntı yapıyor Yavuz, Hâşim’in müzik-şiir ilişkisine dair söylediklerini aktarıyor, ardından Paçacı’nın şiirden şarkılarını dinliyorlar, sözlerin makamî karşılıklarının çok iyi olduğunu söylüyor Yavuz. Biraz sohbet muhabbet, son.
Lâle Müldür ve Selim Atakan. Lâle Müldür en büyük sanatın müzik olduğunu söylüyor, müzisyenler başka bir yerden, uzaydan gelmiş gibi Müldür için. “Müzisyenleri anladığımı iddia edemeyeceğim burada. Apayrı bir kategori olduklarını biliyorum. Şairler de öyle tabii. Eğer kaldıysa hâlâ şair. Bu iki şeyin birbirinin içine geçmesi, bence en arzu edilen durum olması gerekir. İyi bir şiirin, iyi bir müziğe veya iyi bir müziğin iyi bir şiire diyelim.” (s. 35) “Destina” iyi bir karışım olarak görülebilir, iyi şarkı cidden. Atakan’a göre bir şiirin iyice anlaşılmadan, düşünülmeden şarkıya dönüştürülmemesi lazım, bunun yanında sözcüklerin ritimleri şarkı içinde yitip gitmemeli. Ya bu iş müzik kulağı olan insan için daha kolay galiba, bunun bir nevi sinestezi olduğunu düşünüyorum, sözcükleri okurken ritim kulaklarınızda uğulduyor mesela, dizeden dizeye geçerken modüler geçişleri işitiyorsunuz, böyle şeyler. Atakan şiire bakınca şarkıyı işitmiş bayağı. “Ben Nâzım Hikmet’ten de şiirler bestelemeye çalıştım. Ama hepsinde de ana sorun şu oluyor. Şairin kendi ritmini yakalamak ve onu saptamak lazım. Ritim derken o şiirin, duygusal bir şiir olması, karamsar veya neşeli bir şiir olması değil. Tamamen mekanik bir şekilde kullandığı kelimeler, heceler, hecelerin kapalı açık, işte e’li a’lı uzun cümlelerin yapısı, anlamlar nerede başlıyor, nerede bitiyor? Bu ritmi çok iyi yakalamak ve saptamak lazım. Onu yapamazsanız zaten, bestelendiği anda, birdenbire şiirin anlamı kaybolur. Buna ilişkin çok sayıda örnek vardır.” (s. 39) Şairin şiirini en başta tanımak gerekiyor, ardından şiirden yükselen ritmi işitmek lazım, sonra o ritimden müzik türetilecek, böyle bir süreç.
Oruç Aruoba ve Mehmet Nemutlu’yla bitireyim. Oruç Aruoba şair olmadığını söylüyor, şiire benzer bir şeyler yazıyor sadece. Nemutlu da matrak adam, besteci olmadığını söyleyerek eli artırıyor. Ersel’in, “Ben de moderatör değilim, burada da bir toplantı yok, kapayın ışıkları,” deyip gitmesini bekledim bir an. Neyse, benzer şeylerden bahsediyorlar, Aruoba’nın şiirinin kendi müzik anlayışına cuk oturduğunu söylüyor Nemutlu. “Genelde buna inanıyorum: Bestecinin kafasında bir müzik fikri vardır her şeyden önce. Bir metin ya da bir dil ürünü, -şiir olsun, bir epik akış olsun, bir anlatı olsun- bunu besleyebilir, bununla kesişebilir ya da tamamen ayrı düşebilir.” (s. 82) Aruoba’ya göre dünyanın hikâyesinin yakalanmasıyla ilgili bir durum var, Homeros’tan çok daha önce başlayıp Âşık Veysel’e ve sonrasına uzanan, zamanları aşıp geçen bir ruhu işitmek yani. Aruoba’nın Âşık Veysel’i dinlemişliği, bu ruhu duyumsamışlığı var. Sivas’ta bir sünnet düğününe gidiyor Aruoba, Âşık Veysel’in de katılacağını duyunca mekâna gidiyor, sanatçıyı dinliyor herkes gibi. Kimseden çıt çıkmıyor. Önce hikâyeler, sonra türküler, sonra tekrar hikâyeler, böyle gidiyor bu, kimseden ne bir alkış, ne bir söz, sırf sessizlik. Şiirin ne olduğunu orada anlıyor Aruoba, müzikle bağlantıyı da bu anlayış üzerinden kuruyor. Hoş.
Tarık Günersel-Selman Ada ve Güven Turan-Meliha Doğuduyal ikililerinin konuşmaları da pek hoş. Edebiyatla, müzikle ilgilenenler bu metne bir baksınlar, bir yerlerden bir şeyler kapılır. Ben de şiirden şarkı çatarım ara sıra, naçizane, buraya bırakayım bir tanesini. İyi gibiyse helal bana.
Cevap yaz