Bölümlerin başında köpekli metinlerden alıntılar, meh. İki zaman çizgisi, birinin bittiği yerden başlıyor diğeri, meh. İki çizgiden birinin dolu dolu bomboşluğu, meh. Bomboş ikinci çizginin esas çizgiyi ikide bir kesmesi, meh. M E H. Kronik problem: romanlar roman değil de doldurmaca. Anlatmayı salıverince metnin roman olacağı varsayılıyorsa Rushdie okurken ne okuyoruz, Haw nedir, insan hayret ediyor çünkü bu kadar yavan bir romanın uzun öykü, hadi novella olarak şansı olurdu, metin zaten roman olmadığını haykırıyor ve haykırışları boşluklardan yankılanarak rahatsız edici seviyeye ulaşıyor, görmezden geliniyor veya görülmüyor. Birkaç örnek: Mikasa’nın karakolda takıldığı adamların akıllarından geçeni yüz beş kez vermek, karakterlerin bir şeyi neden yapıp yapmadıkları konusunda ikinci, bazen üçüncü baskıya gitmek, üstelik gerekçeleri farklılaştırmadan, aynı cümlelerle, sıralı cümleleri fiil tekrarlarıyla sekiz bin üç kez vermek -bir iki yer, yeterinden fazla tekrarlanırsa kusurdur ki ilk kusurun tekrarı üsluptur, daha da tekrarı yine kusur- ve dağı taşı, insanı hayvanı, şehri dağı bilen köpeği trafik kurallarından haberdar etmemek. Daha da gider böyle, metnin içinden somut örneklerle ilerleyelim. İlk zaman çizgisinde anlatıcı, dedesi Mikasa’nın barınakta yaşadıklarını anlatıyor, ikinci zaman çizgisinde doğrudan Mikasa anlatıyor geçmişi, barınakta yaşayan diğer köpeklere hikâyesini aktarırken Adıgüzel’le yakınlaşıyor, birlikte arazi oluyorlar ve çocukları, çocuklarının çocukları oluyor, ilk zaman çizgisindeki anlatıcı onlardan biri. Dedesi “rüzgârın bir masaldan kopmuş gibi uğuldadığı” gecelerden birinde getirilmiş barınağa, feci haldeymiş, halini gören bulutlar geniş geniş yayılıp gözyaşı dökmüş falan. Böyle üfürükten eğretilemelerin, anlatıyı masala, halk hikâyelerine çakmanın azalarak bitmesini dört gözle bekliyorum ya, yeterince sömürüldü bu kesiştirme zannediyorum, millet sıkılmadı “masalsı bir atmosfer” yaratmaktan. Yaratmayıverin masalsı, başka bir şey arayın, iyice formülleştirdiniz kurmacayı. Bence okumamaktan oluyor bunlar da neyse, Yaşar Kemal’i geçtim, Faruk Duman’ın kötü kopyaları olarak yer bulmak yetiyorsa tamam, nafile söz gerisi. Mikasa işte, yedi gün yedi gece yatıyor, sayıklıyor, etrafındakiler ileri geri konuşuyorlar onun hakkında. Her birinin adı sanı var ama kurguda öyle hafifler ki anmaya lüzum yok, gereksiz çoğaltma. İki mesele var, ani yükselişler göze parmak sokmaya çalışıyor: “Kimse iyi kötü bir cümle ekleme gereği duymamış Akbaş’ın söylediklerine. Sanki bir şehrin simgesiymiş de tunçtan heykeli şehrin en önemli yerine törenle dikilmiş gibi dimdik durarak boynunu ileri uzatmış Akbaş.” (s. 22) Buna benzer tantanaları hak etmiyor Akbaş, anlatıcının geçirdiği “edebi atak” var sadece. Edebi atak, yani ansızın söz sanatı yapma arzusuna falan kapılıp metnin belli bir noktasını çalkalamak. İkincisi gereksiz malumat: yani zaten haşatı çıkmış Mikasa’nın, köpekler kendi aralarında ezilmedir, yaralamadır konuşuyorlar, şu geliyor: “Sırtı ve kalçasındaki pansumanlar, karnındaki dikiş izleri de eklenince dedemin başına kötü bir şey geldiği apaçık ortadaymış. Fakat böylesine ihtimamla bakıldığı için kıymetli bir havası varmış dedemin.” (s. 14) O kadar da kötü bir şey olmamıştır belki ya, iki bacağı kopmuş her canlının başına kötülük gelecek diye bir kaide yok? Bu ihtimam meselesi aynen tekrarlanıyor az ileride, yani iki üç kez tekrarlanmayan şeyi geri zekâmızla işleyemeyeceğimiz malum. Devam, Köpek Cengiz çıkıyor piyasaya, köpeklerle arası çok iyi olduğu için seviyorlar onu, yaşlı bekçiyi pek sevmiyorlar herhalde çünkü adama dair hemen hiçbir şey yok, geceleri kütük gibi yatıyor, arada kalkıp küfrü basıyor, o kadar. Dengeler de bozuk, aynı görevi yürüten iki karakterden birine yüklenip diğerini semer vurulmuş haliyle kenarda bırakmak temiz savsaklama. Barınağa yakınlardaki askerî üsten yemek geliyor, yakınlarda Makam Dağı var, öyle göğe uzanıyor, geceleri karaltılar iniyor bazen dağdan, yakındaki otobandan kamuflajlı araçlar geçiyor, sağda solda mayınlar patlıyor, üç renkli bayraklar dalgalanıyor, duvarlara üç harf yazılıyor, iç savaş tam gaz ilerliyor. Yıl 1993. Bu çizgiyi bitireyim, barınakta balon muhabbetler, Mikasa’nın sigara tiryakiliği ve Cengiz’le muhabbeti -anlaşabiliyorlar, Cengiz de köpekleşmiş- ve Melsa’nın yokluğundan aman ateşler içinde yanması, Müslüm Gürses şarkılarıyla bilmem ne yapması, içeriye düşmeden önce tanıdığı, merhametiyle yer etmiş emminin Muhterem Nur sevdasını anması, nihayetinde izini bulan askerlerin verdiği zehirli yemeklerden kurtulmak için Adıgüzel’le birlikte arazi olması. Falsoların falsosuna geliyoruz, bir karakter ne zaman metinden fışkıran vecize zortlatsa nöronlarımdan biri intihar ediyor resmen: kaçacak bunlar, Adıgüzel iç savaşın bir gün bitme, unutulma ihtimalinden bahsedince Mikasa görmüş geçirmiş bir köpek olarak hemen bir şey sıçma ihtiyacı hissediyor: savaşın en kötüsü belleklerde devam edeni. Matrak ya, anlatı usul usul ilerlerken karakter bir anda Gecelerin Yargıcı kesiliyor, spotluk sözler kusuyor. Arka kapağa yapıştır gitsin. Başka, editör elinin değmediği cümleler müntehir nöronlar artmasın diye önlem almayı gerektiriyor: “Bütün köpekler sus pus olmuş barınağın bu yeni misafirinin gelişini izlemiş merakla.” (s. 195) Sus pus olmaya aday üç öge var orada, seç beğen tak. “Zaman çok garip bir şeydir. Geriye doğru saydığında başka, ileriye doğru saydığında başka geçer.” (s. 25) Hmm. Bunlardan biri daha zormuş ama hangisi, Mikasa bilemiyor. Zorluktan kasıt ne, saymanın sırf lineer ilerleyişle mi ilgisi var, yoksa geriye saymanın kendi zamansallığından mı bahsediliyor, geriye saymak bağlamca “geri sayım”dan farklı olduğuna göre ne demek, çünkü ileri sayım da var bu durumda. Salın gitsin ya, bir yerinden tutuluyor zaten, ince işçiliğe lüzum yok. Necati Cumalı’nın romanı da öykü gibi ince ince işlemekten bahsettiği bir röportajda “sallama roman”ı gömdüğü önemli bir bölüm vardı, ben Haw‘ı ilk ona koyarım sallamalar arasında.
İkinci çizgide bizimki anasız babasız takılırken bir çeteye katılıyor, çetenin adı “Alevli Kalpler”. Çöplüğü ele geçiriyorlar, ekmek elden su gölden, sonra bizimki Parti’nin kapısında yatan Melsa’ya âşık oluyor. Kolluk kuvvetleri mekanı basınca Melsa bir süre sokmamış palabıyıklıları, başkan kaçmış, o yüzden el üstünde tutuyorlar bunu. Mikasa’ya söz veriyor, bayram günü birlikte olacaklar çünkü düz duvara tırmanıyor artık Mikasa. Dur, gerisini spazmik üslupla anlatayım: “Roketatarlar işlemeye başladığında Mikasa binaya doğru gidiyordu, önüne dökülen boş kovanların üzerinden atlayarak koşmaya başladı. Melsa aşk havlamalarını fezaya salarken kapılar kırıldı, pijamalı adamlar beyaz arabalara tıkıştırıldı, Mikasa hemen Melsa’nın dübürünü kokladı. İşkence gibiydi ayrılıkları, nihayet kavuştular, annelerse birliğin kapısında çocuklarını boşuna beklediler.” Falan. Arkada sürekli bir şeyler dönüyor, bizimkilerin maceralarına zemin. Askerler alıyorlar bunları, Turkuvaz nam canavar asker bir gün Mikasa’nın karşısına geçip Melsa’yı fikfiklediğini söylüyor, Mikasa da intikamını almak için mayınlı arazide havlamıyor. O da garip, devriye atıyorlar mesela, herkes acayip sessiz, köpeğin havlamasını bekliyorlar ki mayınları temizlesinler. Biri türkü çığırıyor saçma sapan, pusuya düşmek için ellerinden geleni yapıyorlar yani. Valla çok not çıkarmıştım da bu yazının sonuna geldik, paydos. Romanın beğenilme nedenini anlıyorum, zayıflığının dile getirilmemesini de anlıyorum. Sonuçta görevini yerine getiriyor, estetiğe kustetiğe pek bulaşmadan işini yapıyor, güzel. Yani, ben üç enstrümanı hiç sevmem: kemençe, tulum ve borazan.
Cevap yaz