Necati Tosuner – Daldaki Kuş

Yazı şurada. Buraya da ekliyorum, bulunsun.

1

Giz: Öykülerden birinde “koz yatağının delisi ucundan kaçıyor”, yanına aldığı aklının ucuyla insan içine çıkmaya marş. Tam Kozyatağı mı bilmem, ev sınırdadır. Bostancı’nın yukarıları, otobanın altı, Şenesenevler’in tepesi. Hiç uymuyor. Bostan yok artık, evler şen değil, yine de öyküler esiyor apartmanların birinden, üçüncü katın balkonundan dökülüyor. İzmaritimi o balkonda bırakmıştım, tıkmıştım bir yere. Utanarak. Tiryakinin yanında değil, balkonunda içtiğim sigaranın dumanı içeri kaçmıştır biraz, solunmuştur da öyküye dönüşmüştür, hani bir duman, bir sis, bir pus varsa. Giz”li”. Bilinçdöküm çavlanında neyi tutabilirsek: yeni çıkmış bıyıklarıyla kendine dahi sığınamayan, sığınamadığı derdiyle insanların bakışlarını üzerine çeken anlatıcı bir tek kendini götürür oraya (nereye?), Almanya’ya mı? Evine mi? Zihninin tenhasına mı? “Kendi kendini yeme dersleri” için duvar gerekmez, Kozyatağı veya şehir de gerekmez, insan bile insan değildir ki yakınlığıyla aşabilsin sisi, dişlesin kendini. Sesi ses yer.

Yazarı bırakıp metne bak. Metni bırakmıyor ki yazarını!

Salkımsöğüt, duvarlar arasına kıstırılmış, kendini anlatacak birini bekliyor ve kendini buluyor beklerken. Metnî dönüş.

2

Kıvranışlar, sızlanışlar iç içedir, içi parçalayıp anlatıya dönüştürmeye. “Yakınıyormuş gibi olmaktan sakınarak”. Tanıdık artık, samimiyetin rütbesi yıldızlı, parlıyor o “sevilesi üzünç”, pişmanlıklarla geç kalmışlıklarsa hâlâ geç kalınmadığını gösteren bir nevi vicdan saati, bir eşya gibi duruyor duvarda, anlatıcı sevinçlerle üzünçleri iliştiriyor, birinden çıkabilmek için diğerini basamak kılıyor, birine girebilmek için diğerini aralıyor, açıyor, döngü bir yaşama mahareti hâline gelmiş çoktan, kolayca erişilebilir yerlere konmuş mutluluk kırıntıları, erişmek de tiryakilik: bir telefonun ucu, canlı renklerine solgunluğun vurduğu güz panayırı, anlatıcıyla muhatabının birlikte baktıkları, hattın uçlarını öyküde birleştiren yakınlıkla izledikleri yorgunluk seyri, koca iki ömrün birbirine dolandığı yorgunluklar bütünü.

3

Varlığı sevinç olana duyulan özlemin varlığı dahi sevinç. Yıprandıkça yenisi aranıyor, anlatıcı “katrandan ağarmış bir dinginlik” için eşiyor gelecek günü, şimdiden şöyle bir silkinip kurtulma çabasına denk bu hikâye. Beklemeye rızalar, hikâyenin, öykülerin toplamıyla ortaya çıkan anlatının kerterizi olarak dağılmış, “Yurttan Sesler” duyuluyorsa geçmişin bir parçasından, bir yıkıntıdan, anlatıcıyı istemeyenin yeşil bluzundan yansıyandır örneğin. Daldan geçen bir tınıya söylenmemiş bir türkünün inceliği yakıştırılır, tutunacak bir o kalmıştır, gerisindeki tufanı uzak tutmak için seslere yaslanmaktan başka yol yoktur.

4

“Utku Yıldırım’a. Bu kitabı okuyacak. Beğenecek, -mi?..”

Usta bellemişim yıllar önce, gıyaben usta, başka da kimseyi koymadım oraya.

Bir çağrışımı var bu sorunun, ustamı da eleştirebilmemden. Hangi kitaptaki hangi öykü, büyülü bir ortamda otacı mı, şifacı mı, bir anlatıcı, sevdiğinin âşık olduğu adamı iyileştirecek miydi, iyileştirmişti de istediği mi olmamıştı, “direkten döndüm” mü diyordu, buydu. Eğildim, büküldüm, söyledim: “Hani, yani, sanki, gibi, her şey dört dörtlük de o direğin sihirli kumsalda ne işi vardı?” Zaman geçti, bakmış herhalde, SMS geldi: “Haklısın kardeş.” Bir gün Kozyatağı’na gittim, anlattı hikâyesini: Antalya mı, Alanya mı, bir belediye davet etmiş, hem tatil hem bir öykü. O sıralarda da Dünya Kupası maçları oynanıyormuş, ustam bir yandan yazarken bir yandan maçlara bakıyormuş. Direk bu yüzden. Büyüklük ne yüzden, kendiliğinden. Ipır sıpır konuşan bir okur olarak da görebilirdi, görmedi. Ciddiye alma, umursama dersimi gıyaben değil, yüz yüze gördüm.

Şimdi bunu anlatırken de utanıyorum, biricik bir sırrı ortalık yere boca edesiye bir daha düşünmeliydi belki. Kaybolup gitmesindense, en büyük kaygımı madalyonummuş gibi gösteriyorum, kaybolup gitmesindense. Bu iyi. Ustam affetsin.

“Beğenecek!” Ek eklemek, söz sözlemek bu kadar, bir evin kök salıp yaşamı oldu olanca kuşatmasını, “yalnızlıkta ustalıklar”ı başka nasıl görecektim ya!

5

Salkımsöğüt sulara eğilmiştir, sulardan kendi yansısına varmıştır. Baktığı: eğik, ağırlığını taşıyamayan bir gövdenin kendine kapanması ama tam da kapanamaması, yaşamın aralıktan sürekli gelip gitmesi. Kıyıya taşıdığı kalıntılarla yolunu tıkayan bir dalga. Kendi kuraklığının ortasında kuruyup kalmış salkımsöğüde ulaşamadığı yere kadar yayılması da yeter, şarabın akıyla karasıyla kiraz kurdunun birlikteliğini gösterecek, oradan da kurtlanmış kirazı olanın mutluluğunu. Çocukluk fırlıyor metnin sonundan, o zamanlar henüz eğilmemişti salkımsöğüt. O kadar da.

6

Evin biçimi değişip duruyor, aslında değişenin ev olduğu şüpheli ama nereye giderse gitsin evini cebine koyup götüren anlatıcıya bakarak o öyküde hangi köşenin olduğunu (kare), hangi köşenin sonsuza erdiğini (çember) sezmek mümkün. “Dedik Diyelim…”de mevzu bu, karenin ortasında oturan kişinin kendi kendine attığı yumruklarla fark etmeden, muhtemelen istemeden çembere dönüştürdüğü kareye veda edilmedi, bunun acısı yaşanmadan yine yumruklar yağdı, çember çembere dönüştü ama daha dar artık, çapı daha boğucu, dayanak sunmuyor. Yüzey yitiyor, bulunduğu nokta değişmiyor ama uzamının sıkıştırmaya başladığını görünce irkiliyor anlatıcı, dışarıya değil de içine bakmaya başlıyor istediğince. Borçlanıyor, yitirdiğini kendinden aldığı öç bilerek, ödünç sanarak vicdan saatinin yanına asıyor. Arkasına yaslanıp, arkası bildiği geçmişine yaslanarak, kaldıysa deşmediği bir yanı, dinlenmeye, unutmaya veriyor yüzünü. Unutamamaya.

Yumruklarıyla küçülttüğü çemberin yüzey alanı da küçüldüğü için giderek azalan toplamdan ne kadar anı kaldıysa.

7

Türkiye’yi özlediği var anlatıcının, Türkiye’nin hangisini de anlatıyor. Bildiğimiz olanı hani, umut edebildiğimiz zamanlısı. Şimdi de yok mu, biraz daha cılız, o gürlüğün renkleri solmuş, yılgınlık çökmüş, “elden bir şey gelmezmiş gibi olmuş”, yalnızlığın geçmediği günler bunlarla dolmuş. Kardeşlik, sevinçler kızlı erkekli, yüzler güleç. Unutmadığımız için umut. “Bilinçten ve Gönülden. Benden. Hayır.” için bir “hayır listesi” diyebiliriz, “kökünden hayır” dediklerimizi sıralayalım: yoksulluğun kaynağına, çalmaya çırpmaya, kaygı kıpırtısına, düşünmemeye. Kimler diyor, metalciler —Tam da Animals as Leaders dinliyorum bunu yazarken, koşa koşa gittiğimi de hatırlıyorum “hayır” demeye— ve civanlar, ceylanlar, uçurtmalar, dereler, dikili ağacı olmayanlar, çapulcular, kin tutmayanlar, umudu üstlenenler. Olmayınca, yani olmadığınca bir mutsuzluk süresi geçtikten sonra Türkiye’ye küsememek kalıyor geride, yine söylenecek söz var, gençlere bu kez. Gelecek için yeni bir umut biçimlemeyi gençler başarabilir, o zamanlar “hayır” diyenlerden güç alarak. “Hayır Demeyi Biliyoruz, Hamdolsun…” bir seçenek, Türkiye’ye küsememeli öykünün arka yüzü, umutlar tekrar doğduktan sonra yarının güneşli günlerine övgü. Çok yakın tarihin öykülere yansımaları yine öyküce, biçem kaykılmıyor, öykünün neliği, ne idiği hep önde.

8

Giz:

“Sokaktan gir, çıkma başka sokağa.

Boyuna uygun bir belirsizlikte çıkar çıkmazın tadını!”

Parka gelince sola dön, dümdüz yürü, sigaranı çöp konteynerine basıp söndür, at, saatine bak, tam zamanında varman için biraz daha hızlan, çıkmazı gör, kapıdaki şifreyi unuttuğun için kim bilir kaçıncı kez telefon et, ustan şifreyi söylesin, kapıyı aç, merdivenlerden çık, sağa dön. Kitabın sonundaki öyküler yazılalı çok olmadı, kalemin hışırtısını duyabilirsin, bir de öykülerin taşıdığı ağırlığı. Çok uzaklaşmış olamaz gergedanın boynuzundan daha korkunç gelen arının iğnesi, anlatıcının hep yanında durduğu sıkıntı, yorulmamanın anlamlarını genişleten “üşen-geç” ses, martıların balık yerine bulduğu çöp-dünya, sevme suçunu anlatıcının üzerinden alan sevgili, birini sevdiği için sürekli suçlanan anlatıcı ve boşa geçen gençlik, azgın ve bozgun yıllar.

Hepsini gör, kitabı kapa.

“Bostancı, 23 Ekim 2023

Necati Tosuner

Derken.. kitap biter!”

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!