TİP ve DİSK genel sekreterliği çok daha sonra, anılarında özellikle Tan dönemlerini anlatıyor Sülker, saldırıdan öncesini. Antakya’daki gazetecilik deneyiminden sonra İstanbul’a gelerek Tan‘da çalışmaya başlıyor, dönemin basın dünyasıyla ilgili şahane detayları genellikle etrafındaki usta gazetecileri gözlemleyerek veriyor. Balıkçı, Zekeriya ve Sabiha Sertel, Refik Halid Karakayış (Karay), Suat Derviş bu isimlerden birkaçı. “Kızıllar” adıyla anılmışlar, takma isimle yazılan bir yazıda ofisin neresinde kimin çalıştığı bile açık açık yazılmış, hedef gösterilmişler, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya ve avanesine karşı dik durdukları için mekânları basılıyor işte, makineler parçalanıyor, Sabiha Sertel’i kızıl mürekkebe bulayıp çırılçıplak bırakma planları Sertel’in o gün gazetede olmamasıyla suya düşüyor neyse ki. Giriş bölümünden sonra şahıslara odaklanıyor Sülker, Karay’la ilgili bazı bilgileri Twitter’da paylaştığım için o kısımlardan sonrasını anlatacağım. Sülker’e göre Karay’ın her şeye muhalif bir duruşu var, zamanında milli mücadeleye karşı çıktığı için Halep’e sürüldükten sonra “eski düşüncelerinden arınıyor”, yenildiğini kabul ediyor Karay. Söyledikleri Halide Edip Adıvar’ınkiyle benzer, “mucizeye” inanmamış kimse, Refi’ Cevad Ulunay dahil. 1938’deki aftan sonra İstanbul’a gelerek Tan‘da çalışmaya başlayan iki arkadaşın sohbetleri hoş, Ulunay bir zaman Sait Faik’in yazdıklarını beğendiğini söyleyince Refik Halid arkadaşının aslında öykülerdeki genç balıkçıları beğendiğini söylüyor, “Paris’te kimlerle yaşadığı” duyulduğu için Ulunay’ın uslanmaz olduğundan bahsediyor, ilginç. “Cemâl âşıkı”ymış Ulunay, erkek yüzlerine düşkün. On dokuz yaşındayken gazeteciliğe başlamış Ulunay, Alemdar‘da yazdıkları dönemin en sivri dilli yazarlarından biri olduğunu gösteriyor. İlginçtir, gazetenin açtığı şiir yarışmasını kazanan Nâzım Hikmet’e beş altın lirayı kendisi vermiş. Ağdalı bir Türkçeyle konuşuyor, Sülker’le muhabbetinde genç arkadaşının siyasete girmeye niyetli olduğunu öğrenince uyarıyor, “anhası minhası sehpası” olan siyasetin baş yakabileceğini, Sülker’in gazeteciliğe devam etmesini söylüyor. Kendi hatasının günahını şöyle çıkarıyor sonra: “‘Mustafa Kemal’in bunca düveli muazzamaya karşı zafer elde edeceğini rüyada görsem hayra yoramazdım, yoramazdık. Sonra aldandığımızı anladım. Bu mucizeydi ve her asırda böyle mucize yaratabilen ancak bir iki kişi çıkabilirdi. Biz ise bu ender neticeye inanmamazlık ederek aldandık. Hata eden bizdik. Atatürk, haklıydı, başarılıydı.’” (s. 80) Necip Fazıl Kısakürek vakası hakkında söylediği Ulunay’ın matraklığına kanıt: Kısakürek’in o zamanlar yeni çıkan bir kitabının tanıtımına şairin sanatının “zirvesi” yerine “zırvası”na ulaştığı söylenmiş, Ulunay’a göre “hatalı bir tertip değil, ilâhî bir tashih” bu. Gerçi dönemin genç şairlerini yermeye meyilli Ulunay, Hasan İzzettin Dinamo’nun bir şiirini yermeye kalktığında önce Nurullah Ataç, sonra Suat Derviş’in direnciyle karşılaşıyor. Ataç’a göre Dinamo iyi bir şair, Varlık‘ta bu iyiliği yazmış Ataç. Ulunay inanmıyor Ataç’ın yazdığına, Suat Derviş hemen teyit ediyor. Nasıl hatırladığını anlatıyor sonra, çok genç yaşta gazeteciliğe başladığında kendi dönemindeki yazar ve şairlerle arkadaş olmuş, “Nâzım” da onlardan biri. “Hatta aramızda bir gönül bağı bulunduğu bile Halit Fahri ve Fikret Adil beylerce söylenip dururdu. Ben Nâzım’dan söz açan yazıları özellikle okurum. Ona karşı bir meslektaş olarak saygım vardır. Nurullah Ataç Bey de 1938 başlarında Varlık dergisindeki yazısında Dinamo’dan söz ederken şunu da yazmıştı, anımsadığıma göre: ‘Dinamo, Nâzım’ın tarzında yazıyor.’ İşte bu yorum nedeniyle Ataç’ın o yazısını belleğimde tutabildim.” (s. 183) “Dinamo”, “Barikat”, “Irgat” gibi soyadlar Ulunay’a göre toplumcu şiirin olmazsa olmazı ama iyi şiir yazmanın göstergesi değil. Metnin dışında her veriyle değer biçmeye çalışıyor kısaca. Sülker bu ilginç adamı son kez 1960’larda Kartal’daki çiftliğinde ziyaret ediyor, Ulunay anılarını yazdığını söylese de piyasaya çıkmış değil o metin zannediyorum. ALFA en son iki metnini bastı Ulunay’ın, meraklısı edinebilir.
Balıkçı’yla ilgili anıların çok bilinenlerini atlıyorum, o günlerin olaylarına değineyim. Tan Matbaası’nın en üst katında geniş bir oda var, kitaplık. Diğer iki odadan birinde Suat Derviş çalışıyor, diğerinde Balıkçı. “Merhaba!” meşhur zaten, “Değil mi ya?” da meşhurmuş, Sülker’e göre Balıkçı’yı bu iki cümle anlatıyor. Radyodan sevindirici bir haber duyduğunda çocuk gibi sesler çıkarırmış, Bodrum’da da kahvede takıldığı zaman yere uzanıp bir yandan yazdığını, diğer yandan radyo dinlediğini biliyoruz, Balıkçı iyi bir radyo dinleyicisi. Bir de meşhur yeleği var, kızı İsmet Kabaağaçlı Noonan’ın da anlattığı bu yeleğin her bir cebi dolu. Kalemler, ağızlıklar, defterler, bir dünya ıvır zıvır ihtiyaç duyulduğu an çıkarmış ortaya. Naci Sadullah ve Mehmet Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul’la birlikte Sirkeci ya da Beyoğlu meyhanelerinde demlenirmiş Balıkçı, bir gün Sülker de katılmış tayfaya, Balıkçı yok bu sefer. Naci Sadullah’ın anlattığı hikâye belki de Balıkçı’yla babası arasında yaşananların en sarihi: Şakir Paşa oldukça zengin, cimri ve kimseye güvenemeyecek kadar ruh hastası. Öldürülmekten, soyulmaktan çok korkarmış, oğlu kendisi gibi devlet emrinde çalışmayıp okumaya ve yazmaya gönül verince Şakir Paşa sinirlenmiş, belki de Balıkçı’nın yazacaklarından korktuğu için öfkesini biriktirmiş. Balıkçı bir gün Afyon’daki çiftliğe gidince babasıyla tartışmış, Şakir Paşa suikastçılara karşı evin orasına burasına sakladığı silahlardan birini çekip ateş etmiş, Balıkçı atletik bir hareketle kurşundan kurtulmuş ama babasının silahını tekrar doğrulttuğunu görünce o da bulduğu bir silahla ateş eder, babasını öldürür. Gerisi sürgün, Bodrum. Bir de Tem’den bahsetmek lazım, Talimhane’deki bu apartmanın bodrum katında toplanan arkadaş grubu sabahlara kadar muhabbet edermiş. Sadri Ertem’inden Safiye Ayla’sına pek çok ünlü sanatçı gelip gidiyor oraya, Naci Sadullah ve Safiye Ayla’nın dostluğuna Balıkçı’nın yüce gönlü de ilişiyor. Çalıp söylemeler, eğlenceler düzenleniyor, tartışmalar yapılıyor, şahane zamanlar. Sonrasındaki bir olayı Balıkçı’ya dair başka anılarda da görebiliriz, Bodrum’a giden Sadullah ve Ayla hemen Balıkçı’nın evini buluyorlar, muhabbet orada sürüyor derken Ayla bir konser için davet alıyor, mekâna gidiyorlar, protokol Ayla’nın yanındaki “kızılların” hemen gitmelerini istiyor. Ayla kızıyor, konseri Balıkçı’nın bahçesinde vermeyi kararlaştırıp kimseyi dinlemeden çıkıyor mekândan. Müthiş bir şey: Bodrum’da yaşayan kim varsa Balıkçı’nın bahçesinde ve evinin etrafında toplanmış, deniz kayıklarla dolmuş, insanla dolmuş her yer. Ayla halkın teveccühünü ilk kez orada hissettiğini söylemiş sonradan, büyük olay.
Naci Sadullah’ın hikâyesi acı, öldüğünde cebinde beş kuruşu yok, belki de fazla onurlu yaşadığını söylemiş ölmeden önce. Emekçiler üçün beşin peşinde koşmaktan yazılarını yazamazlarmış bazen, Sadullah’ın devletten çektiği var bir de. Zamanında askere alınmış, kaçmış, polis gazeteye gelerek Sülker’le başka bir yazarı alarak Sadullah’ın saklandığını düşündükleri dairenin önüne götürmüşler ki Sadullah kapıyı açınca arkadaşlarını görüp ateş edemesin. İstihbarat doğru çıkmamış neyse ki, canlı kalkanlıktan yırtmış bizimkiler. Yani o kadar acı, saçma sapan olaylar yaşanmış ki akıl alır gibi değil, gazetenin uğradığı saldırı başta olmak üzere hapse gönderilmeler, sürgün edilmeler derken çekmedikleri kalmamış resmen. Sertel çiftinin anlatıldığı bölümlerde ele alınıyor bu mevzular, bunun dışında Bâbıâli’nin o dönemki tartışmaları da pek ilginç. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya taraftarları Tevfik Fikret’i göme göme bir hal olmuşlar, şairin ne gavurluğu kalmış ne edepsizliği. Mehmet Akif Ersoy’un Fikret’ten çok daha iyi şair olduğunu söylemişler, tartışma büyümüş, bizimkiler de olaya dahil olarak Fikret’i savunmuşlar. Saldırının kıvılcımlarından biri bu.
Sülker’in anıları çok değerli, meraklısı kaçırmasın.
Cevap yaz