Carlos María Domínguez – Waldemar Hansen’in Ani Ölümü

Eric R. Kandel beynimizin belli örüntüleri birbirine ekleyebilecek şekilde evrimleştiğini söyler. Eh, sazlıklardan havalanan bir ördeğin sesi açıklanmazsa anlamı kendimiz yaratırız ama ürkeklik, şaşkınlık ve kararsızlık dile getirildiğinde ördeğin şarkıdaki işlevini çözeriz, anlamın eklektik yapısı. Otların arasında beliren kuyruğu gören atalarımız akşam yemeği olmamak için topuklamış veya ok yağdırmıştır, aynı atalarımız bir gergedanla, zürafayla kuracağı münasebeti deneyimlerinden, soyut düşünce yeteneğinden kestirebilmiştir. Mevzuyu toz bulutundan aldım ki kurmacadan da bahsettiğim örüntüyü bekleyip bulamayınca hayal kırıklığına uğrayan okura çıkışabileyim. Birkaç yoruma denk geldim, “Ne güzel başladı ama ortalarda ne biçim bozdu” korosu kurulmuş, anlatı aynı seyirde gitmeyince pusulanın şaştığını düşünüp tedirgin olmuşlar. Kurmaca okura bildiği gerçekliği borçluymuş, başkalığı sunamazmış gibi. Gerçeğin/yaşamın kurmacadan daha garip olduğunun ön kabulü olmadan gerçekliği askıya alamıyor muyuz? Avunamayanlar gerçeğin bir temsilini içeriyor diyelim, tuhaf bir temsil bu ama nihayetinde ikna ediyor okuru, tabii okur ikna olmak isterse. Birinci tekil şahsın tuhaflığı mıdır bu, anlatının genel havasının suyunun tuhaflığı mı, hasılı karakterin bilincini tam buraya koymalıyız: Anlatının kerterizi sürgit tahkiye değildir. Buraya değil de başka bir yere koymalıyız: Anlatıcı anlatıdan mesuldür. Ekseriyetle. Yani Domínguez’in metninde anlatıcı, arkadaşı Hansen’in ölümünün ardından arkadaşının olay çıkardığı kasaba mı, belde mi, nereyse oraya gider, birileriyle tanışır, küçük mekânın büyük dertleriyle hemhal olunca Hansen mansen uçup gider tabii, o atmosferi anlatmaya başlarken kendini, kendi imgelerini de anlatmaya başlar. Adamın anlattıkları, anlatım biçimi değişir çünkü yaşam, mekân değişir, bundan daha doğal ne var? Muazzam bir gerçekçilik değil bu, gerçeğin olduğu gibi aktarımı sadece. Neden yadırgandığını anlamadım, biri öldü diye ölümünün verdiği duygu anlatının tamamına sinecek diye bir kural yok, bu açıdan Domínguez şahane bir yapı çatmış. Bence. Bernhard’la kıyaslayınca sarmallara tutulmuş anlatıcının anlatıyı ağır ağır inşa etmesi var, mesela Modiano’nun karakterlerinin arayışı başka bir üslupla benzer yapıya çıkar ama Domínguez’inki her an değişime açık, bulunduğu ortamın ruhunu, hissini, nesiyse oysunu olduğu gibi yansıtan bir karakter, değişim normal. Terse de yatırmaz üstelik Domínguez, oyun icabı dolandırmaz okurunu, karakterin kumaşını kıssadan hisseyle biçmediği için ne yapmaya çalıştığını kör göze parmakla işaret etmez, araya dereye sıkıştırdığı birkaç cümleyle derdini anlatır.

Hansen’le açılır anlatı, noterlik yapan yaşlı adam Alman büyükbabasının soyadını taşısa da Almanya’yla ilgisi yoktur, Montevideo’da yaşamını sürdürür. Evlenmek üzereyken direkten dönmüş, bir daha da evlenmemiştir ama gençlik maceralarından birinden Eva adlı bir kızı olmuştur, Hansen üç dört yılda bir İtalya’ya giderek kızını görür. Evindedir genelde, kitaplarının ve plaklarının arasında yaşar. Anlatıcının boşanma davası için bulunduğu avukatlık bürosunda tanışırlar, temkinli bir dostluk başlar aralarında. Coltrane dinlerler ki zevkli adamlar olduklarını gösterir bu, arada Billie Holiday ve geçmişin gizemi. Dile getirilmez gerçi, bir tek edebiyat ve müzik hakkında konuşurlar ama anlatıcı sezgilerini yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlar. “Chesterton, insanın trajedisinin onun bütünlüğünde yattığını söylemişti. Sadece solucanlar parçalara bölünebilir ve o şekilde yaşamaya devam edebilir; ancak insanoğlu kendi eylemliliklerinin birçoğunun sonunu görür, geçmiş ondan çekilik alınamaz ve hiçbir şey onun ektiğini biçmesinin önüne geçemez.” (s. 12) Başlarda yer alan bu bölüm metnin geri kalanı için anahtar vazifesi görecek, geçmişin şimdiyle birlikte varlığını sürdürmesi de bir diğer anahtar, onun dışında yaşamın sadece şimdiden ibaretliği klişe ama güzel yedirmiş Domínguez, rahatsız etmiyor. Hansen’den devam, sanki bütün sanat eserleri onun için üretilmiş gibi özümsüyor hepsini, anlatıcı bir tek o eserler hakkında konuşurken kendini açıyormuş gibi hissediyor. İnsanın zayıflıkları yaşama arzusuna dahil, bütüncüllükten kurtulup acı veren olayları bir biçimde unutsa rahat edecek ama enkazını da sırtında taşıyor, diğer yandan insana dair “aşılmış” niteliklerin özlemini dile getiriyor. Borges’in 19. yüzyıla ait olduğu fikriyle bir benzerlik. Ruhtan kimse bahsetmiyor çünkü herkes ruhu bir hata olarak görüyor, sanat mağazalarda çiğleşiyor, sanatçı biricikliğini pazarlamak için kırk takla atıyor, şikayetleri buna benzer. Dayanabildiği yere kadar, sonrasında Eva’nın telefonuyla durumdan haberdar oluyor anlatıcı, Hansen kendini boşluğa bırakmış. Anlatının geri kalanı tam bu noktadaki kırıkla güzergâh değiştirir, son zamanlarda Hansen’le arkadaşlığı tavsayan anlatıcı son çağrıya yanıt vermemiş, arkadaşı da kısa süre sonra intihar ettiği için suçluluğa boğulmuştur adamımız, bu yüzden cenazenin sonrasında da edinebildiği kadar bilgi edinecek ve elinde hiçbir şey olmadığını anlayacak. Kızı ve sevgilisi Nina müntehiri ne kadar az tanıdıklarını fark edip şaşırıyorlar ki anlatıcı yolculuktan geri döndüğü zaman Nina’yla görüşünce Hansen’i dağılamamış bir karanlık olarak bulacak yine. Kendine kurduğu dünyanın dışına çıkmayan Hansen yüceliği arayışında pek az insana yer veriyor yaşamında, yer verdiklerine de tamamen açmıyor kendini, herkes arafta bekliyor. Hastalıklı sırları cabası, zaten anlatıcıyı yola çıkaran da o sırlardan biri: Hansen şöminesinde asılı duran bir haçtan korkuyor, o haçın hikâyesi başka bir yerde. Hansen’in bilgisayarını kurcalayan anlatıcı cevapların Arjantin’de olduğunu anlayınca iki başkent arasındaki denizi kolayca aşıp Corrales’e gidiyor, okurların sevmediği kısım başlıyor bundan sonra. Kozmos küçülünce insanlar, olaylar büyüyor haliyle, Hansen’in gizemli yaşamıyla Corrales’te yaşananlar arasındaki bağ kurulana kadar anlatıcının bir parçası haline geldiği olayları takip etmeye başlıyoruz. Kadroda bir emniyet müdürü, zengin olmaya çalışan iki dost ve dostlardan birinin kızıyla diğerinin oğlu var. Kan davasına değil de bir öç hikâyesine bodoslamadan dalıyoruz, bu iki dost cevherden altın çıkarmaya çalışıyorlar, değerli madenleri tıktıkları kavanozu bir mezarlığa gömüyorlar ve haritayı belirliyorlar hemen, haça sırtı verip ağaçların arasından birkaç adım atınca ayakların altında servet yatıyor. Hansen mevzuya bu noktada dahil oluyor, mezarlığa geldiği bir gün haçı söküp götürünce iki dost bulamıyorlar gömülerini, tartışıyorlar, biri diğerini vurup hapse giriyor. Çocukları birbirlerine âşık, kaçmaktan başka şansları yok, anlatıcı bu kaçma teşebbüsüne de şahit olduğu sırada vurulma tehlikesi geçiriyor, kendini bambaşka bir dünyada buluyor adeta. Hansen cinayete dolaylı olarak yol açtıktan sonra yakalanıyor, millet gömüyü bulmak için mezarlığa kazma kürekle girişirken karakola götürülüyor, kız kardeşi gelip kefareti ödeyene kadar bekliyor. Gizemi çözen anlatıcı geri dönüp son bir kez konuşuyor Wanda’yla, anlatı tamamen çözülüyor. Hansen aile kurbanı denebilir, zamanında annesinin eline düştüğü için kadın ne derse yapıyor, yaşamını kadının isteklerine göre biçimlendirmesinin sebebi annesinin aşk mektuplarını yangından kurtarıp babasının gözü önünde annesine vermesi. Babası evi terk ettikten sonra annesinin yaşadığı travma Hansen’i zincirliyor adeta, Hansen yıllar içinde perdelerini tamamen kapıyor, dünyayı görmemeye başlıyor. Duygusal ilişkileri bile zorlu ve yorucu, Hansen’in yeğeni Bruno’yla birlikte olan Nina suçu Hansen’in umursamazlığına atıyor. Karakter özelliklerinin ortaya çıkması iyi, daha da iyisi temayüle göre başta verilmesi gereken bilgilerin final bölümünde ortaya çıkması. Domínguez yaşamın olağan akışına müdahale etmeden karakterinin ardındaki sırları yavaş yavaş ortaya çıkarıyor ama hepsini değil, bilebileceklerimizin sınırı vardır, boşluklar her zaman dolmaz. Sırf bunu gösterdiği için bile okunmaya değer bir roman bu, tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!