Önce eleştiri yöntemini belirliyor Bek, “Anlatılarda Çatışma Tipleri” başlıklı yazısında çatışma nedir, kurgu nerelerde bulunur, bunları anlattıktan sonra dramatik çatışmayla trajik çatışmaya geçiyor. Bek’in üslubu aşırı teknik, eleştirileri de öyle, ben cıvıtarak anlatacağım çünkü edebiyatı takım elbise içinde görmekle domateslere zangoç sevecenliği hakkında gazel yazmak arasında bir fark yok. İkincisi daha eğlenceli olabilir gerçi. Dramatik çatışmayı Coşumcu anlatılarda görüyoruz, doğru ve yanlış olan yollardan birini seçen eser kişisi doğru yolu seçerse fazilete eriyor, yanlış yolu seçerse boku yiyor. Bu kişi karakter olamıyor haliyle, “tip”. Özelliklerini doğuştan getiriyor ve değiştiremiyor, neyse o. Aslında Coldplay’i dinlersek hepimiz tipiz, belli durumlarda farklı yolları seçebilsek de meylimiz hiç değişmiyor, önüne kunduz gibi set çekebiliyoruz anca, o yüzden dinlemeyelim. Trajik çatışma Gerçekçi, Doğalcı ve Ruhbilimsel anlatılarda görülüyor, bu Türkçeleştirme tercih meselesi olduğu için terimlerin bilinen hallerini Türkçelerinin yerine koysanız kimse bir şey demez, bütün incelemelerde Bek’in sözcük tercihleriyle sınanacağınız için kafanıza göre. Kahramanın içine düştüğü durumdan çıkış yolu ikidir: kötü ve daha kötü ama tercih edilene göre kötü olan daha kötü, daha kötü olan daha da kötü olabilir, en kötüsü bu kötülüğün kader olarak algılanması ve karakterin elinden gelen hiçbir şeyin olmamasıdır çünkü hayat bazen öyledir. Mesela bu yüzden kendime düstur belledim, bunu yaparken Antik Yunan’dakilerden bizim kahvedeki Hüsnü Abi’ye pek çok bilge insanın dediklerini veya yazdıklarını göz önünde bulundurdum, şöyle ki elimden gelen bir şey yoksa veya elimden o kadarının gelmesini istiyorsam, ikincisi nadiren olur, başıma gelene üzülmüyorum, beni aşan durumlara üzülmüyorum, her şeyi bilmek veya öğrenmek zorunda olmadığımı idrak ettikten sonra daha da üzülmüyorum, hasılı hayatımla ilgili pek bir şeye üzülmüyorum. Bunda Nurullah Ataç’ın eşinin vefatından kısa süre önce söylediklerinin de etkisi var, Leman Ataç o kadar da telaşlanmaya gerek olmadığını, geriye baktığında kaygılandığı pek çok durumu abarttığını dile getiriyor, lüzumsuzmuş hayatı kaygılarla kuşatmak. Meral Ataç Tolluoğlu’nun anıları zaten etkileyiciydi, sevgi dolu annesinin Nurullah Ataç’a ayak uydurma çabalarından etkilenmiştim, çok dokunmuştu dedikleri de aydınlanmıştım resmen. Yani trajik çalışma yaşayan kişilere “karakter” diyoruz ve onlara sabırlar diliyoruz, ihtiyaçları olacak. Bu çerçeveye Türk romanını yerleştiriyor Bek, bizde tipin ve karakterin ne zaman ortaya çıktığını irdeliyor. Mesnevilerde bir anlatı var, dramatik çatışmadan ibaret, o halde mesnevilerdeki kişilere tip demeliyiz. Çatışmadan kendi iradeleriyle çıkamazlar, Osmanlı dünya görüşü razı olmaktan başka bir irade türü içermediği için uzunca bir zaman boyunca tiplerin hükümranlığını görürüz, geleneksel tiyatroda bıybıylarlar, şiirlerde acı çekerler, roman ve öykülerde yine acı çekerler ve değişen koşullara rağmen aynı özellikleri gösterirler. “Romanın önde gelen koşulu, kuşkusuz, bireyi anlatmasıdır. Bu birey, benzerleri ve farklıları arasında tektir. Avrupa’da romanın ortaya çıkışı, kuşkusuz burjuvazinin egemenlik savaşımları sonucu elde ettiği seçkin yerle birlikte başlayan bireyleşme süreciyle zamandaştır. Çünkü, burjuvazinin önayak olmasıyla başlayan yeni dönemin laik çerçevesi içinde bireyin, şu ya da bu biçimde değişerek ümmetçi toplumun çizdiği birörneklikten çıkmaya başlaması, bu ‘yeni insan’ı yansıtacak yeni bir türün doğmasına yol açmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın imlediği ‘günah çıkarma’ olgusunun, bireyin ortaya çıkışında, sanıldığından çok etkisi vardır; çünkü ümmet (Hıristiyan) toplumunda, kişiyi bağlayan dinsel yasaların aynı olmasına karşın, papaza açıklanan günahlar başkalarınınkine benzemez, kendine özgüdür.” (s. 31) Bizde kahramanın özgürlüğü Halid Ziya Uşaklıgil ve Mehmet Rauf’la birlikte ortaya çıkar. Bihter mesela, intihar edecektir veya korkunç bir yaşam sürmeye devam edecektir, intiharı seçer. Seçebilir, tercih hakkı vardır. O zaman karakterdir. Uşaklıgil roman dilinin gündelik dilden farklı olması gerektiğini düşünerek estetiğe abanmış, sonraları sadeleştirme ihtiyacı duyacak kadar şıkır şıkır bir Türkçeyle yazmıştır. Karakterlerin dinledikleri şarkılar ve okudukları kitaplar da edebî görüşün bir parçası olarak düşünülebilir, Bek’e göre o dönemin sanatçılarının ritme ve estetiğe önem verdiklerini gösterir bu. Belki bir sava itiraz edilebilir, Uşaklıgil’in öykülerindeki kişilerin “tip”liğinden bahseder Bek, bence öykülerdekiler romanlardakilerden daha karakterdir. Çocukları olmadığı için yıllar boyunca üzülen, sonraları eve aldıkları kedilerle teselli bulan yaşlı çifti Uşaklıgil’in romanlarındaki hiçbir karakterle değişmem açıkçası, belki romanlarından çok öykülerini beğendiğini söyleyen Uşaklıgil de böyle düşünmüştür, böyle düşündüğünü varsaymak istedim.
Bek’in ele aldığı birkaç konuyu sayayım: Halide Edip Adıvar’ın romanlarında Doğu-Batı meselesi ve kadın karakterlerin evrimi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun köylüyle aydını tokuşturması ve köylüyü aşağıladığına dair eleştirilere cevabı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarında boş inançları eleştirmesi, “Gulyabani diye bir şey yoktur, ama olabilir de” mantalitesiyle matrak geçmesi ve bilime hak ettiği değeri vermesi, Sait Faik’in öykülerinin üç dönemlik serüveni ve yazarın toplumculuğu. Reşat Nuri Güntekin’le ilgili genişçe bir yer ayrılmış kitapta, ilk yazı bu mühim yazarın hayatını ele alıyor, ikincisi Ali Rıza Bey’e odaklanıyor. Keyifleri kaçırmasın diye eşince uyarılan Ali Rıza Bey aslında tarihsel-ekonomik bir arka plana oturtulmaz, tarihsel gerekircilik yerine Güntekin’in hazırladığı koşullar içinde debelenen beyefendi yeni değer yargılarıyla boğuşur ve kaybeder. Coşumcu bir anlatıma yakındır bu kurgu, Bek aynı mevzunun Peyami Safa’nın romanlarında da yer aldığını söyleyip metinleri iyice bir tahlil ederek Safa’nın edebî zayıflıklarını gösterir. Yaprak Dökümü de aynı telden çalmaya başlamasına rağmen Ali Rıza Bey’in değişmeyecekmiş gibi görünen özyapısıyla değişen dünyanın çatışması sayesinde yırtar bir anlamda, roman dinamiği bu noktada işlemeye başlar. Gedikli bir romandır bu yine de: “Yazarın, Ali Rıza Bey’in ‘itikatsız’ bir adam olduğunu, bir başka deyişle, ‘tutucu’ olmadığını belirtmesi, onun bütün roman boyunca duygularıyla hareket etmediğini vurgulaması ilginçtir. Bu, roman kahramanının çatışmalarının gerçekte nesnel temelden kaynaklandığını vurgulama kaygısından doğar. Oysa, bütün roman boyunca gerek Reşat Nuri, gerekse Ali Rıza Bey, bütünüyle öznel bir dinamikten yola çıkarlar. Bir başka deyişle, Ali Rıza Bey ailesinin çöküşünün, tek sözcükle anlatmak gerekirse, ‘bilimsel’ nedenlerine inemezler.” (s. 131) Sosyolojik araştırması eksik, gözlem gücü sınırlı bir romandır bu. Bek, incelediği diğer metinlerde de Güntekin’in eksik yanlarını gösterir, eleştirilerini sıralar, roman tekniğine uymayan özellikleri inceler.
Yusuf Atılgan’ın romanlarıyla ilgili iki yazı var, kitapta dikkati en çok çeken yazılar bunlar olsa gerek. Zebercet’le C.’nin kıyasında karakterlerin kurduğu sosyal ilişkilerle kişisel özellikleri arasındaki bağlar incelenir. Nedir, Zebercet’in karakter niteliği “sıcak vajina”yı simgeleyen odayla “soğuk dış dünya”yı simgeleyen bıyık, temizlikçi kadın gibi ögeler yoluyla ortaya çıkar: “Yazar, Zebertcet’i fetişizm, eşcinsellik gibi ruhsal-cinsel kökenli alışkıları olan bir ‘sapık’ gibi algılamamıza yol açacak bir anıştırmadan kaçınmıştır. Bundan dolayı da, Zebercet’in tek ‘sapıklığı’nın yaşama, daha doğrusu, kendi yaşamına karşı olduğu söylenebilir.” (s. 168) Bardak Zebercet’in elinden düşüp kırılınca oda kirlenir, dışarı içeriyi ele geçirir ve karakter kayışı koparır, malum. Bek şöyle enine boyuna bir inceliyor romanı.
Sistematik eleştirinin iyi bir örneği, eleştirinin eleştirisi yapılacaksa Bek’in metinleri iyidir. Katılan olur, katılmayan olur, eleştiriyi itip çekmek gerekir. Bek’e bakmalı yani.
Cevap yaz