Karin Tidbeck – Zeplin

Tidbeck’in alengiri öykülerinin çeşitliliğinde, “Zeplin” gibilerini kolaylıkla tuhafa yaslayabiliriz de “Brita’nın Tatil Köyü”nü tuhafın kıyısından geçiremeyiz, basbayağı gerilim/korkudur bu. “Ove Lindström İçin Bazı Mektuplar” son derece sıradan bir yitirme/anımsama öyküsü gibi görünebilir başta, bir kızın babasına yazdığı mektupları okuruz da yasın acısını duyarız, sonra kitaptaki diğer öyküleri okuruz ve Viveka’nın birkaç yerde belirttiği olayı hatırlarız: annenin tekinsizliği. Anne bir gün ormandan çıkıp gelmiştir Ove’nın söylediğine göre, hiçten var olmuştur, geçmişi hakkında hiçbir şey sormazlar. Bir gün kızını öper anne, kapıdan çıkar ve ormana yürür, Viveka’nın annesini son gördüğü andır bu, Ove bu yüzden hafiften tırlatır ve insanlardan uzaklaşır. Ritüeldir belki, etrafında kimse yokken çıkıp gelen eşinin aynı şekilde tekrar ortaya çıkacağını düşünür. Dünya dışı değildir o kadar da, anne ve Ove bir komün evinde kalırlar, yaşamın olağanlığını paylaşırlar ama arkada hep bir tekinsizlik vardır. Dediğim gibi diğer öyküleri okumadan anlaşılmıyor da ormanda yaşayan varlıkları, İskandinav mitolojisinin yaban canlılarını, belki cansızlarını görmeden karakterin sınırını çok içeriden çiziyoruz, çoğu nitelik çizginin ötesinde kalıyor. Farklı telden çalan öyküleri bu yüzden dikkatle okumalı ve değerlendirmeliyiz, sıradan bir öykü bile doğanın gizlerinden birkaçını taşıyor olabilir. Tidbeck bulmacalı bir yapı kurmuyor, kültürünün karanlığını anlamamızı istiyor biraz da. Elizabeth Hand’in “Önsöz” yazısında Tidbeck’in bir röportajından alıntıladığı bölüm: “Muğlak bir durum, sahipsiz bir ülke olan alacakaranlıkta çok zamanımız geçiyor. Işığın tekinsiz ve melankolik bir niteliği var. Zannediyorum bu hal benim yazdıklarıma da sızdı; hem tekinsizlik ve melankoli duygusuyla hem de güneşin dönmeyi bıraktığı başka bir dünyaya adım atma hissiyle.” (s. 9) Bu başka dünya hemen her öyküde kendini gösterir, Viveka’nın mektuplarından oluşan öyküde Ove’nın babasıyla annesi hakkında hiçbir şey anlatmadığını söyleyen Viveka belki de bir sezginin sonucunda babasına hiçbir şey sormamıştır ailesine dair, annesinin zaten bir geçmişi yoktur, haliyle ailedeki erken ölümleri “kalıtsal bir özellik galiba” diyerek değerlendirir. Viveka doğmak üzereyken anne hastaneye gitmeyi reddeder, baba yetkilileri uzak tutmak için Viveka’yı nüfusa kaydettirmez, aşılarını yaptırmaz. Sonra Viveka büyür, annesi kırmızı elbisesini giyerek ormana doğru yürür -bu kırmızı elbiseye başka bir öyküde de rastlayacağız- ve Ove polisi ertesi güne kadar aramaz. Bir şey değişmez gerçi polisi arayınca, annenin nüfus kaydı yoktur, öyküde adı bile geçmez. Viveka son mektubunda güneşin doğmadığını, seslerin uğultusunun yükselip alçaldığını söyler, annenin gelmesi için ideal şartlar mıdır bunlar? Başka öykülerdeki olağanüstü varlıklarla kıyaslarsak bir cevaba ulaşıyoruz. “Rengeyiği Dağı” sanıyorum ki bu öyküyle bağlantılı, en azından aynı doğaüstü atmosferi paylaşıyor. Sara ve Cilla kardeşler, büyük-büyükannelerinin gelinliğini giyip dağda kaybolduğu yaz Cilla on iki yaşında. Ailecek dağdaki eve gidiyorlar, devlet o evi kamulaştırmadan önce kaybolan ninenin abisini oradan çıkarmaları lazım. Geniş bir aile: kuzenler, büyük kuzenler, amcalar, büyük amcalar, teyzeler ve o da nesi, büyük teyzeler. Hedvig Teyze’nin yanında kaldıkları zaman dağla ve ormanla hemhal oluyorlar, huysuz Johann’ın Sara’yla kıyıda köşede konuştuğunu gören Cilla bir şeylerin döndüğünü anlıyor ama çözemiyor, kardeşinin kulaklıklarından gelen Robert Smith’in sesi ortamla müthiş uyumlu, boğucu hava huzursuzluk yayıyor. Johann evden çıkmaya ikna olunca temizliğe girişiyorlar, Johann yılın belli dönemlerinde evini temiz tutsa da çöp dağlarının yükseldiği de oluyor. Temizlikti, keşifti derken tavan arasında eski bir sandık buluyorlar, kaybolan ninenin dağdan çıkıp geldiği sırada giydiği kırmızı kıyafet var içinde. Cilla denemek istiyor ama izin vermiyorlar, erken ölüme yol açan hastalığın korkusundan belki. Ailenin böyle bir laneti var, sebebi bilinmiyor ama semptomlar bariz: tutarsız davranışlar, hiçlikle girilen diyalog, dalgın bakışlar. Hedvig’in bahsettiği perilerle bu hastalık -tabii hastalıksa- arasındaki ilişkiyi Sara’nın davranışlarıyla anlıyoruz, kırmızı kıyafetleriyle gelenlerin karşısına çıkan Cilla’nın üzerinde ninenin kırmızı kıyafeti var, Cilla hazır olduğunu söylüyor ama güruh Sara’ya yöneliyor, dağdan gelen güzel bir adam Sara’nın koluna giriyor ve düğün ezgileriyle uzaklaşıyorlar, Sara bir kez bile dönüp arkasına bakmıyor. Depresyona girdiği, dağda gezintiye çıkıp kaybolduğunu düşünüyorlar, Cilla hiçbir şey söylemiyor, kıyafetin konduğu torbayıysa uzun süre saklıyor. Kitaptaki en uzun ve en şahane öykü bu olabilir, Tidbeck anlatısını ağır ağır kurarken Johann’ın gizemini yok etmiyor, Hedvig’e de çok şey anlattırmıyor aslında, sadece o yörenin söylencelerinden bazılarına değindiriyor. “Brita’nın Tatil Köyü”yle Midsommar arasında bir bağ olup olmadığına baktım ama bir şey bulamadım, bence Ari Aster kesinlikle okumuştur bu öyküyü. Filmdeki hikâyenin dehşetengiz değil de gerilimli hali bu öykü. Mekan aynı, insanların tuhaflığı aynı, ortadan kaybolanlar var. Brita Teyze’nin ricasını yerine getiriyor anlatıcı, kovana benzeyen kürecikleri koruyacağını söylüyor, aileden olduğu için herkese güven verdiğini öğreniyor, şenlik süresince kalıyor orada. Gece treniyle gidecek, önceki günün rüyasında bütün köyün Sigvard adlı bir adamın arkasında toplandığını görüyor. Şükran dolular, anlatıcı orada olduğu için şenliklerin kusursuz geçtiğini söylüyor Sigvard, yaşlılar ağlıyorlar, görünürde mutluluk verici bir manzaraya benziyor ama tam bir kabus, hissizleşen anlatıcı içinse sıradan bir olay. Muazzam bir öykü bu da.

Mitik anlatılardan başka tuhaf öyküler var, tuhaflıkları bambaşka. “Rebecka”ya bakalım, Tanrı’ya ulaşmak için intihara teşebbüs eden Rebecka ölemiyor bir türlü, işi ne zaman batırsa anlatıcıyı arayıp yardım istiyor. Kronik bir rahatsızlık, iki karakterin davranışı bir hastalığın iki parçası. Uzaklaşmak istiyor herhalde Tanrı, Rebecka bir kutu uyku hapı yutuyor ama haplar öbür taraftan bütün halde çıkıyor, kendini kesse bile yaralanmıyor, aslında Tanrı’nın varlığını gösteriyor bunlar da Rebecka’ya yetmiyor. Madem ölemeyecek, o zaman anlatıcıyı punduna getirip ayaklarıyla ellerini bağlıyor, biraz da onun üzerinde çalışacak. Muhtemelen. Biz bu bağlanma kısmında kalıyoruz, anlatıcı Rebecka’ya onu sevdiğini söylüyor ve öykü bitiyor. Bu da basbayağı Martyrs, filmde Tanrı’yı provoke etmeye çalışanlarla Rebecka arasında hiçbir fark yok. “Arvid Pekon Kim?” en garip öykülerden biri, santral memuru olarak çalışan Arvid Pekon’un bağladığı biriyle, bir şeyle konuşmalarından ibaret. Pekon’un kimliğinin, varlığının akışkanlaştığını, hattın diğer ucundaki sesin aslında kendi sesi olduğunu fark edince unutuşun verdiği güvene sarıldığını görüyoruz, yine gizemin sona kadar korunduğu, okuru tahminde bulunmaya kışkırtmadan kendi akışında sonlanan bir öykü. “Norveç Böğürtleni Reçeli” bir konserve kutusunda “yapılan” varlıkla ilgili, anlatıcı bir kutuyu tuz, su, havuç, tükürük ve âdet kanıyla doldurup sıkı sıkı kapatıyor, kış ayları boyunca şeyin hızla büyümesini izliyor ve sonra evladı gibi davranmaya başlıyor ona. Hayır, babası yok. Sevilsin diye yapıldı. Bu şey bir süre sonra toprağa karışıyor, anlatıcı bahçeyi suladığı zaman bir gülme sesi duyuyor, şey neyse doğa da o. “Pyret”e de değinip bitireyim, bu öykü bir makalenin öyküleşmişidir. Pyret nam varlıklarla ilgili malumat verilir, dil son derece bilimseldir, perilerin doğaları bazı tanıklıklarla harmanlanmıştır. “Sonuç” bölümünde anlatıcı/araştırmacı bu varlıkların görüldüğü yerlerden birine gider, yerinde incelemelerde bulunur. Evet, böyle.

Ayırdım bu kitabı, satmayacağım. Tidbeck’in dünyası müthiş, şiddetle tavsiye ediyorum bu kitabı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!