Onu bunu geçtim de Atlılar ne muhteşem romandı ya, Afganistan’ın aşiretlerinin hal-i zort-melalinden adını unuttuğum şu atlı oyununa, hani Rambo da oynuyordu ya, oyunun tansiyonlu anlatımına, dağlardan tepelere, yenilgilerden zaferlere her şey vardı, romandı yani, romanın ne olduğunu sorsalar o romanı örnek gösterirdim, romanın ne olmadığını sorsalar atlılar dışındaki çoğu şeyi örnek gösterirdim, roman gibi romandı. At vardı tabii, atların kıymetini o romanla anlayabilirsiniz, Aytmatov ve Sayar’ın metinleriyle de anlayabilirsiniz ama bahsettiğim romanın adına bakın, ne kadar anlayabileceğinizi görün, öyle bir atçıllık. Aslanların kıymetini anlamak isterseniz de bu metni okursunuz, Kessel’in kolonyal bakışına tilt olursunuz, doğayla bütünleşmiş beyaz insanın günah çıkardığını ama aslında pek bir şey çıkarmadığını görürsünüz, yerlilerin numunelik eşya muamelesine maruz kalmasına sinirlenirsiniz, hasılı bu aslanlar mühim varlıklar olarak insanın ne mal olduğunu ortaya koyarlar. Sonuçta aslan dediğimiz şey pençeleriyle, dişleriyle can yakan mahluktur, acıktı mı eş dost dinlemez, kükredi mi yaprakları titretir, yedi mi el fatiha. Patricia özel bir karakter olarak bütün bunlara şahit olmasına rağmen yaşamayı başarmış, özel yeteneği sayesinde sırf King’le değil, savandaki çoğu hayvanla dostça ilişkiler kurabiliyor. Ne fena, annesi şehirli bir kadın olarak kafayı yemekte haklı, aslanla kaplanla takılan kızı yüzünden her an kalp hastalığına yakalanabilecek kadar kaygılı, bunun yanında Patricia’nın babası Bullit örtük bir onayla destekliyor kızını, çok az insanda gördüğü uyumu fark ettikten sonra silahlarından vazgeçebilecek kadar seviyor da, atıcılıkta kazandığı namı elinin tersiyle itiyor bir kenara. Parkın yöneticiliğini yapan Bullit eskiden attığını vururmuş, sağ kolu olan Kihoro daha da iyi bir atıcıymış ama Patricia’nın ricasıyla bırakmışlar tüfeklerini, tabii Bullit’in verdiği gizli emirle kızı yakından takip eden Kihoro her an ateş etmeye hazır, muhafız. Gerek yok gerçi, Patricia’nın sözünü geçiremediği hiçbir hayvan yok, ilk bölümde anlıyoruz. Tan söküyor, anlatıcımız uyanıyor, odasında tüy yumağı bir şey. “Bilgece bakan gözleriyle” etrafı kesiyor, sonra vın, ardından ceylan geliyor, inanılır şey değil. “Buluşmadan buluşmaya koşmaktan, amacına ulaşamamış arzudan arzuya savrulduktan sonra, dünyanın ilk zamanlarının saflığına ve tazeliğine kabul edilme ihtiyacını şiddetle hissetmiştim.” (s. 13) Aradığını Kenya’da buluyor işte, gitmeden önceki son gününün şafağında bir maymun ve ceylanın ziyareti. Orada olmalarının sebebi Patricia, yakınlarda takılıyor kız, anlatıcıyla karşılaştığında kim olduğunu söylemiyor başta, anlatıcı onu oğlan sandığı zaman da ağzının payını veriyor, o bir kız, ayrıca belli bir noktayı geçmemeleri gerekiyor ormanda, hayvanlar yabancıları istemedikleri için doğal davranışlarını sergilemiyorlar yoksa. Malumat zamanı: Patricia doğayı tek başına “öğrenmiş”, yerliler arasında sayısız casusu var, anlatıcının Fransız pasaportu taşıdığını, avcı olmadığını onlardan öğrenmiş, babası çok yaşlı olduğu için hayvanları tam olarak anlaması mümkün değil, anlatıcının ertesi gün yola çıkacağını biliyor, kalmasını istiyor çünkü keşfe çıkaracağı bambaşka bir dünya var önlerinde. Aralara manzaralar serpiştirmiş Kessel, Kilimanjaro’nun dumanlı zirveleri görünüyor, cangılın çatırtılarıyla hayvanatın hörüldemeleri gökyüzüne yükseliyor, arada yerliler göç eyliyor. Bu sömürgen bakışa geleceğim, aileyle tanışma faslı da geçsin. Patricia’nın annesi Sybil’le anlatıcının ortak arkadaşı Lise sayesinde tanışıyorlar, Sybil son derece candan biri gibi görünse de Kenya nihayetinde kaygı bombası haline getirmiş kadını, patlamaya hazır, Bullit’le Patricia çok dikkatli bu yüzden. Kızını eğitiyor Sybil, iyi bir öğretmen ve Patricia da çok iyi bir öğrenci ama her şeyi doğada öğrenebileceğini, bu yüzden annesinin istediği gibi yatılı okulda okumayacağını söylüyor Patricia, bir kezinde gittiği gibi geri gelmiş okuldan, duramamış, King’in çağrısı baskın gelmiş. Yemekte öğreniyor bunları anlatıcı, Bullit’le sohbetlerinde ailenin gölgede kalmış yanlarını görüyor, bambaşka insanlar olsalar da Sybil’le Bullit’in aşklarına dayanarak bir arada olduklarını anlıyor. Patricia bu yüzden arıza çıkarmaya hazır hale getiriyor ikisini, Bullit’e göre Lise oyuncak bebeğe benziyor, işe yaramaz bir kadın, Sybil’in en yakın dostu olmasından çatışmayı anlarız. Yemekte sinir krizi geçiren kadının ortamdan koşarak uzaklaşması aşırı tepki değil ama, yani kim kızının bir aslanla birlikte eve geldiğini duysa kriz geçirebilir. Alışamamış Sybil, yine de ayrılmayı düşünmüyor oradan, Bullit’in müdürlüğü bir yana rahat koşullardan vazgeçecek biri değil.
En önemli konu yerliler tabii, kabilelerin küçücük bir alana sıkıştırılan yaşamları. Amerika’da da işleyiş aynı, hangi kitaptaydı o, yerlilerin avlanma alanlarına medeniyet götüren Batı hemen avlanmaya kapıyor toprakları, yol geçiriyor, bina dikiyor, geçimini avdan sağlayan yerlilerin çanına ot tıkıyor bir güzel. Burada da aynı yasaklar var, yerliler erginlik ayinlerini yerine getiremiyorlar, ermek için öldürmeleri gereken aslanı öldüremiyorlar bir türlü. Anlatıcıyla şoföre muameleleri de ilginç, anlatıcı zaten beyaz adam olarak sempati kaynağı değilse de selam veriyorlar yine de adama fakat anlatıcının beyazlar gibi giyinmiş şoföründen tiksiniyorlar resmen, rezilliğin dik âlâsıyla karşılaştıklarını düşünüyorlar. Bir yerde yokluklar içinde yaşayan yerlilerin hayatlarından pek memnun olduklarını gündelik eğlencelerinden çıkarıyor anlatıcı, sobalı köy evi güzellemesiyle aynı mantık. İngilizler gelip kabile savaşlarını bitirmişler bu arada, artık kimse birbirini kesmiyormuş, çok iyi de onca insanın ucuz iş gücü olarak kullanılabilecek hale getirilmelerine diyecek söz yok, Steven Pinker’ın savaşsız, pembe şeker dünyasının minyatürü var sanki Afrika’da. Yeri gelince nasıl arazi olduklarını da biliyoruz Batılıların, kısacası Kessel’in anlattığı çok şey yenilir yutulur değil. Dikkate değer başka bir nokta, kabile ziyareti sırasında Patricia’ya âşık olan genç bir yerli sonlara doğru King’in karşısına çıkar, aslanı öldürürse Patricia’yla evlenebileceğini düşündüğü için mızrağını fırş diye fırlatır, hayvanı yaralar. King değişim geçirir hemen, yanında anlatıcı ve Patricia vardır ama saldırganlığı geri gelir, kızın tek bir emriyle de yerliye saldırır. Bullit yetişir, içindeki ilkel dalgalanmalardan etkilenerek insanı kurtarmaya çalışır tabii. Patricia’nın ölüm emri, Bullit’in yaşam savaşı, nihayetinde King’i öldürdüğü için babasını bir daha hiç affetmeyeceğini söyleyen Patricia, diğer yanda bir insanın hayatını kurtarmaya çalışıp kızını mutsuz ettiği için üzülen baba, buradan çok mevzu çıkar. Patricia’nın orada kalmak için sebebi yoktur artık, annesinin lafını dinleyerek yatılı okula ikinci kez gider, o sefer okulu bitirip Fransa’ya geçecektir belki, içindeki doğa sevgisine balta girdikten sonra onmaz.
Yerliler fanus içinde, Patricia deli gibi geziniyor ortalıkta, ailenin durumu malum, anlatıcıya bakalım. Karşılaştığı olağanüstü olaylardan sonra gidişini erteler, bu kararıyla Patricia’nın gözüne girdiği için King’le tanıştırılmaya hak kazanır. Hayvana yavaş yavaş, Pat’in direktifleriyle yaklaşır, dost oldukları zaman Pat yine yapacağını yapar ve King’i anlatıcıya saldırtmaya kalkar. Gücünü göstermek istemektedir aslında, neye yol açabileceğinin farkında değil gibidir, bu yüzden tehlikelidir. Sybil şimdi o kadar şapşal gelmemeye başladı doğal olarak, aslında kızını hayvanlardan değil de kızının kendisinden korumaya çalışmaktadır sanki, makul. Bullit’se işinde gücündedir, ortalarda görünmez, bir anlatıcı vardır elde Patricia’nın oynaması için. Dışarıda türlü hayvanlar, yokluk içinde yaşamaya çalışan yerliler, sömürülen bir dünya. Hikâye iyi ama, bir aslanla bir çocuğun süper dostluğu. Masailerin tek bir kabı kacağı yoktur bu arada, anlatıcının umurunda değil ama gördüğü en acı şey budur.
Cevap yaz