Modernitenin görünmezlik ve işitilmezlik biçimlerine açtığı savaşla başlıyor metnine Biguenet, algılayamadığımız gerçekliğin neliğini sorguluyor, okültizmle yerleşik dinleri kıyasladıktan sonra varlığı irdelenen binlerce yıllık evrensel fenomenlerle son birkaç yüzyılda bilimin keşfettiği fenomenlerin algısal açıdan benzerliğine değiniyor. Sessizlik aslında iki tür fenomenin ölçülebilirlik farkını düşünürsek iki uca da ait, hiç ulaşılamayacak bir boşluk, mutlak sessizliğin metafiziğe yaslanan yancısı bazen, bazen de ses dalgalarının algılanamaması. Hasılı bu iş çok su götürür, Biguenet sessizliğin pazarlanmasından açlık sanatçılığına, tefekkür sessizliğinden doğanın kalp atışlarının sesine dek pek çok meseleye eğiliyor, doğruluyor sonra. Mesela “Sessizliği Satmak” diye bir bölüm var, lüksün büyük bir kısmının sessizlikle dolduğunu gösteriyor. İsviçreli ünlü saat üreticilerinden biri dünyanın en sessiz saatini yapmışlar, zamazingonun fiyatı 500 bin dolar. Bu mekanizmayı oturtmak için 15 senelik horoloji deneyimi olan dört saatçi çalışıyormuş, paranın büyük kısmını şirket cukkalıyor tabii. Havaalanlarındaki localar da sessizliği satıyorlar bir anlamda, bedava abur cuburdan daha önemlisi o keşmekeşe maruz kalmamak, sessiz sessiz oturup uçak saatini beklemek. 500 papel uçlanırsanız “oldukça sofistikte” bir ortamda bir yıllık takılma hakkı kazanıyorsunuz, kıyafet kuralları varsa onlara da uyuyorsunuz, statünüzü göstermiş oluyorsunuz. Sessizliğin dehşet vericiliği de var tabii, Biguenet iki uçuş deneyimini anlatarak bağlıyor: “Yani deneyimlediğime göre sessizlik havada iki şekilde tezahür ediyor: Lüks ve dehşet. Ama uçuş, çıkardığı gürültü patırtı için müşterilerinden ek ücret talep eden ulaştırma türü değil.” (s. 20) Mercedes’in son modellerinden biri müthiş sessiz, çıt çıkmıyor arabadan. O kadar sessizlik de mide bulantısı yaratıyormuş, bu yüzden o kadar para verip sepsessiz araba aldıktan sonra biraz daha para verip az sesli versiyonuna geçilebilir. Gürültü de sınıfsal bir sorun kısacası, Birleşik Krallık’ta yapılan bir araştırmaya göre yıllık geliri belli bir miktarın altında olanlar gündelik yaşamlarında daha fazla sese maruz kalıyorlarmış, evde veya işte olmaları fark etmiyor. Gürültü yayılmaya devam ettikçe zenginler sessiz bir inziva köşesi bulmakta zorlanacak diyor Biguenet, zorlanmamak için duvarlarını biraz yükseltip ses geçirmez hale getirdiklerini, meseleyi çözdüklerini göreceğiz bence.
“Sessizliği Aramak”. Bir dizi çekimi için yüz yıl öncesinin sessizliğini sağlamaya çalışan ses mühendisi birkaç blok boyunca trafiği durduruyor ama klimalar, araba motorları, çim biçme makineleri durmadan çalışıyor, bir yerlerde bir şeyler durmadan çalışıyor, 1900’lerin Brooklyn’indeki sessizliği yaratmak mümkün değil. Ortega y Gasset “kasıtlı sessizlik” dediği şeyi anlatırken kalp atışlarımızı, damarlarımızdan akan kanı bile duyabileceğimizi söylüyor, ispatlanmış bu. Dünyadaki en sessiz yer insan eliyle yapılmış meşhur bir oda, yankı özelliğinden arındırılmış, girenler 45 dakikadan fazla duramıyorlar çünkü beyin eser miktarda da olsa bir şeyleri algılamak istiyor ve uyaran olmadığında sahte uyaranlar üretiyor tabii. Kısacası karanlıkta otururken mutlak sessizliğe de maruz kalırsak çıldırmamız işten değil. Ansızın duyma yetisini kaybeden insanların şokun ardından düşündükleri şey hiçbir şey duyamamaları değil, kaybolduklarıymış. Bu iç kulaktaki zamazingolar yer-yön duygumuzu sesler vasıtasıyla belirlediği için ani sağırlık ayaklarımızı yerden kesiyor bir anda. Aşırı sessizliğin etkisi bu, çok sesin de benzer bir etkisi var tabii. ABD anayasası üzerinde çalışanlar dışarıda akan trafik yüzünden etkilenmesinler diye Independence Hall’un sokağı toprakla örtülmüş. ABD demokrasisi bu toprağın yardımıyla biçimlenmiş, sessizliğin doğal olarak sağlandığı tek yer Hoh nam yağmur ormanları içinde bir inçkarelik alan. Modern hayatta o alanı elde etmek için para vermek zorundasınız, evinizin önüne toprak dökmek de yetmez artık.
“Yalnızlığa Karşı Sessizlik” bölümünde bir cezalandırma yöntemi olarak sessizlikten bahsediliyor. İnsanlardaki yalnız kalma dürtüsü özellikle geçtiğimiz yüzyılın başında artmış, önceki örneklerden biri elbette Thoreau. Mutlak bir yalnızlık değildi onunki, çoğu insan öylesi bir yalnızlığı istemez zaten, bu yüzden Thoreau da en yakın yerleşim yerine yürüme mesafesinde inşa ettiği kulübede mutlu mesut yaşadı, doğanın sesini ve modernitenin sunmadığı sessizliği dinledi, şehre indiği zaman yeterli dozunu alıp tekrar ormana döndü. Hapishanelerden bahsediyor Biguenet, hücre hapsi hâlâ tartışma konusu olmakla birlikte çıkardığı tartışmaların tarihi iki yüzyıl öncesine uzanıyor. Çok sayıda mahkumun sessizlik içindeki ortak alanlarda buluşması ve gürültü çıkarmadan takılması görece katlanılabilir bir ceza, oysa tecrit insanlık dışı. 2015’te New York şehri yirmi bir yaş ve altına tecrit uygulanmasını yasaklamış, aynı tarihte Amerikan Mimarlar Enstitüsü üyeleri tecritte kullanılmak üzere hücre veya ölüm odası tasarlayan mimarların kınanması için organizasyona bir dilekçe sunmuş. Hapishanenin amacı uyumsuz bireyi uyumlu hale getirmek, genel kabul bu ama tecrit cezalarının akli dengeyi yıktığı, insanı daha beter hale getirdiği ispatlanmış olmasına rağmen bu ceza hâlâ veriliyor, amaç doğrudan yıkım yaratmak. Biguenet sessizliğe dair ünlü yazarların öykülerine geçiyor, Kafka’nın “açlık sanatçısı” en meşhuru, gerçek hayattaki açlık sanatçılarına dair bir şeyler de var, Tehching Hsieh’in 1978’de sergilediği yalıtılmışlık performansı mesela. Bir yıl boyunca hiçbir şeyle etkileşime girmiyor adam, seyrettiriyor kendini. “‘Zamanın, sadece zamanın, zaman doldurma eylemi olarak hayatın neredeyse elle tutulur enginliği ve boşluğu… Hsieh hayatını sanata dönüştürmedi. Onun yerine Klasik bir hassasiyet ve korkunç bir gaddarlıkla sanatını genişletti; ta ki sanat, hayatını tamamen işgal edene, yiyip bitirene ve askıya alana kadar.’” (s. 37)
“İstemli Sessizlikler”. Zen tapınağında damlayan suyun sesi duyulur bir, Leonard Cohen birkaç yılını böyle bir tapınağa kapanarak geçirmiştir ki Cohen müzisyen adam, sessizliği dinlemenin anlamı nedir onun için? Münzevilik tefekküre dalmak için sessizliği bulmak demektir aynı zamanda, münzevi/inzivaya çekilmiş anlamına gelen “hermit” Grekçede “çöle ilişkin” demekmiş, “yalnızlık” anlamı da varmış, saksıya fesleğen gibi… yok, yapmayacağım. İmparator Jüstinyen komünyon esnasında ayin dualarının sessizce okunmasını yasaklamış, Aziz Juan de la Cruz 16. yüzyılda sessizliğin Tanrı’nın anadili olduğunu söylemiş, görüşler inanca göre değiştiği gibi tek bir inancın uygulamalarında da farklılaşabiliyor. Biguenet kendi sessizlik deneyiminden bahsediyor bir yerde, sessizlikle takvanın birleştiği New Orleans Katolik İlkokulu’nda yedi çocukla birlikte dinî eğitime başladığında sabahın köründe kalkıp görevlerini yerine getirir, derslere girer ve televizyonla radyodan uzak dururmuş haliyle. “Nasıl bir şeydi? Dayatılmış sessizlik, yedi sene sonra üniversitede bir açlık grevine katıldığımda farkına vardığım gibi, aç bırakılmaya çok benzer.” (s. 43) İnsan ilk gün yüreklenir, ikinci gün savunduğu davayla beden arasında kalarak kaygılanmaya başlar. Üçüncü günden itibaren grevin amacı “bulutlanır” ama gönlünü verenler için geriye dönüş yoktur tabii, mevzuyla ilgili çok sayıda örnek olsa da Bobby Sands geliyor benim aklıma. Hücremde Bir Gün nam anı kitabı çok sarsıcıydı. Neyse, “Sessizliğin Betimlenmesi” adlı bölüm en dikkate değer bölüm bence, şiirde ve resimde sessizliğin tasvirlerinden sonra müziğe geliyoruz. Pek çok sanatçının eslerle sağladığı sessizliğin aslında müziğin sesi olduğu, müziğe ait bir ses olduğu malumdur, John Cage’in sunduğu 4 dakika 33 saniyelik sessizlik aslında dünyanın sesidir aslında, bir aynadır, sessizlik sırasında seyircilerin soluk alıp vermeleri, yerinde kıpırdanan sanatçının veya sanatçıların çıkardıkları sesler, o sırada mekânın yakınlarından geçen aracın kornası, her türlü ses o sessizlikte çınlar. Orkestra yerine dünyayı dinleriz, sessizliğin işi budur o sıra.
Daha da pek çok mevzu var, okunmalı.
Cevap yaz