Jeanne Cordelier – Pamuk Prensesin Ölümü

Walt Disney’in harika dünyasını duvarlara yapıştıran babaya çocukları yardım ediyorlar, bir daha hiçbir zaman bir araya gelmeyecekler. Mutluluk bir o âna çakılı, gerisi tam bir karmaşa. Çocuk zihni dip noktaları birbirine bağlamaya çalışıyor, animistik düşünce şeyleri de acı çeker hale getiriyor, paramparça bir hikâye. Canlı, hikâyenin ruhu da diplerde geziniyor, anlatıcı geçmişini bu gezintiyle kuruyor. Hangi parçaların nerede ortaya çıkacağı belirsiz, duvara çizgi film kahramanlarının asılmasından hemen sonra gelen kısım: “Yerde, bir şilte serili. İki küçük erkek kardeşim sütannede olmadıkları zaman orada uyurlar. Ablamla ben pencerenin yanındaki portatif yatakta, ağabeyim mutfaktaki katlanır yatakta yatar. Annemle babam ise odalarında uyurlar. Onların yatağı normaldir.” (s. 5) Diğerlerinin yatağı değişken, anormal, aidiyet bilincinin gelişmemesine sebep. Benimsenen tek yer çok uzun bir koridorun sonundaki küçük oda, küçükler yaramazlık yaptıklarında o odaya kapatılıyorlar. Gédéniass Broniass adlı dişi canavar yaşıyor orada, uzun süre bakılınca hareket etmeye başlayan eşyalar canlanıyor, ölüyor, geçen zamanı olağanüstü devinimlerle fark ediyor anlatıcı. Şikayetçi değil, orada daha uzun süre kalmak istiyor ve istemiyor, Disney’in büyülü dünyasıyla birlikte başka bir şey daha bekliyor onu dışarıda. Baba çalıştığı fabrikadaki işini erkenden bırakarak eve geliyor, kız için esas kabus bu. Çekilen filmlerde akciğerlerindeki bulutlar ve dumanlar evden bir süreliğine uzaklaşmasını sağlıyor, istirahat ettiği prevantoryumdan zaman zaman çıkarılacaksa da tam olarak iyileşmediği için defalarca geri dönecek oraya, bir kezinde öğretmeni Bayan Kest’e vermek üzere bir kâğıda “Lütfen beni kaçırın öğretmenim” yazıyor ama cesaret edip de veremiyor kâğıdı, evden kurtulmasının tesellisiyle yetinecek. Kutsal Bakire’yle konuşuyor anlatıcı, eve giden trenin yoldan çıkması için yalvarıyor, babasının yaptığı şeyi yapmaması için, annesinin daha fazla görmezden gelmemesi için yakarıyor, göklerden gelen bir emir yok.

Anneden gelen mektuplar soğuk, incitici. Kız değil de erkek olmasını istermiş annesi, babası elektroşok tedavisi görüyormuş, “onu seven annesi” espadril göndermeyi unutmuş, sonraki hafta gönderecekmiş. Parasızlık yüzünden gönderemeyecek, fahişeliğe başlayınca eşi iyileşecek ve eve dönecek ne yazık ki. Evin, ailenin pek de kutsal olmadığını biliyor anlatıcı, kutsaliyet atfedilen göksel varlıkların da pek ortalarda dolanmadığını anlayacak ama yalvarmaktan vazgeçmeyecek, başka bir şey gelmiyor elinden. Hastalığıyla boğuşuyor bir yandan, dumanlar iyice yayılınca başka bir hastaneye nakledilecek, buz soğuğu bir odada oksijen çadırının içinde küçücük bir çocuk. Başına daha ne gelebilir? Bay Chi ara sıra ortaya çıkarak kıza sesleniyor, elini bir yerden içeri sokturuyor, geldiği gibi kayboluyor sonra. Babayla Bay Chi aynı korkunun ürünü, aynı ölçüde gerçek. Kaskatı bir mutsuzluk, hangisinin hayal olduğunun önemi yok. Dede’yle Nine’nin evinde geçirilen güzel günlerin anıları da acı veriyor bir yandan, aslında acı vermeyen hiçbir şey yok ama anlatı tamamıyla bu acıya yaslanmıyor, acının biçimlerini çeşitliyor, tutarlılığı bozmuyor, ön planda hikâyenin anlatımı. Dedeyi bu güzellikten çıkarmalı gerçi, bir gün odaya girip anlatıcıyı kucaklayarak Nine’yle yattığı yatağa götürüyor, o sırada şöminenin üzerindeki heykel canlanıyor ve çatalını anlatıcıya doğru kaldırıyor. Baltayla kapıyı kırıyor Nine, eşi “oraya” dokunduysa öldürecek. Duvol Dede temelli gidiyor sonra, Nine’yle geçirilen birkaç günün anısı kalıyor. Kan tükürüyor yaşlı kadın, kızın lülelerinden birini kesip zarfa koyuyor, bir zaman ninesini hatırlatacak. Anlatıcı bahçedeki meşe ağacını götürmek istiyor ama trene sokmasına izin vermeyecekler, biliyor. Babadan kurtulamamanın çaresizliğinin yanında nesnelerin çakılı hallerinin yarattığı hayal kırıklığı var, hastalık ciddi ama böylesi bir yaşamdan kurtuluş yolu olduğu için bağra basılmış. Bağırda zaten. Değişemeyecek şeyler bunlar, değişebilecekler için anlatıcının planları var. Mesela babasının Cezayir’de bir seramik fabrikası varmış da bir gün bütün babalar gibi annesinin kollarına geri dönecekmiş baba, küçük prensesini kucağına alacakmış. Altı yaşındaki bir kızın kurabileceği en hakiki hayal. Gerçekte ağlayan annesinin saçlarını okşamaya çalıştığında eline şaplak yiyecek, mektupları yazan kadınla eline vuran kadının aynılığı nasıl mümkün olabilir? Annenin zinciri olan çocuklardan biri o, belki bundan. Zamanında baba uzaklara gitmiş, hapse girmiş, bir şeyler olmuş da kadın tek başına yetiştirmeye çalışmış çocuklarını, sonra adam geri dönmüş, birkaç çocuk daha yapmışlar, düşükleri de sayarsak on beş çocuk, durmadan çocuk, yoksulluk, herkes başına buyruk, abla da babadan çektiğine göre sıra anlatıcıya geçince rahatlamış olmalı, abi kız kardeşlerine eziyet etmekten mutlu, anneyle babanın sevgisiz, eh, aslında bu hikâye babanın cinsel saldırıları dışında Nelyubov‘la büyük benzerlikler gösteriyor. Toplumun oluşumunda temel olarak görülen bazı değerlere sahip olmayan insanların sevgisizliği.

Anı parçaları arasında sürüklenelim bundan sonra. Nine öldüğü zaman onu öpüyor anlatıcı, Nine’sinin ağzı içine dışkıladığı kova gibi kokuyor. Anne ağlıyor ve hapishanedeki eşine para gönderdiğini söylüyor, yokluğun bir nedeni. Anlatıcı bir gün evlenirse eşine kızacak, çocuklarına kötü davranılmasına izin vermeyecek. Annesi neden müsaade ediyor babaya, Bay Chi kılığına girdiği için mi? “Bay Chi aynalı dolabın önünde giysilerini çıkarttı; daha sonra olanları anlatmak en azından yüz yıl yasak.” (s. 41) Gerçekten öyle, bu metni basan yayınevi sahibi, çeviren çevirmen ve basan matbaacı mahkemeye verilmiş 1995’te, beraat etmişler. Neyse, Walt Disney’in harika dünyası hâlâ duvarlarda, anlatıcının tam karşısında Pamuk Prenses var, gülümseyerek bakıyor. Baba genç bir kızılla Cezayir’e kaçmış, anne o sırada yirmi yaşındaymış, babanın doktorunun dediğine göre adamın derdi her şeyden önce küçük kızlarmış. Kuzenlerin geldiği pazar günlerine has eğlenceler de bitmiş bir zaman, baba iki çocuğu odasına götürüp kapıyı kilitlemiş, bir şeyler daha hızlı yapılmış içeride, mutfakta bazı şeyler tekrarlanmış, baba ağlamamalarını söylemiş. Annenin kızı yatağa bağlarken kullandığı iplikler, kızın başını defalarca vurduğu duvar, Nine’den kızını almak için geldiğinde kopardığı koşu. Hamile kalmasaymış adamla asla evlenmezmiş. Okulda işler kötü, anlatıcı ders dinlemiyor, diğerlerine eziyet ediyor, ikinci defa uzaklaştırma cezası alırsa atılacak. Kimsenin umurunda değil, okumak o aile için lüks. Anlatıcı kasıklara eğiliyor, eliyle çalışıyor, iç çamaşırına çiğ et basıyor ki kanı gören babası rahat bıraksın. Annenin sesi çok güzel, zamanında kaç defa sahne almış, babayla karşılaşmasa hayatı bambaşka bir yere varabilirmiş. Anlatıcı herhangi bir oğlanla “yapmak” istiyor, babasının ilk olmasına katlanamayacak. “Babama ondan bir çocuk istemediğimi söylerken, evyenin kenarından gözyaşları süzülüyordu.” (s. 68) Babanın gözyaşları da olabilir, kızını defalarca karşısına alıp bir daha yapmayacağına dair yeminler ediyor ama sonuç değişmiyor. Abi de aynı, arkadaşı kız kardeşine saldırdığı zaman ellerine cebine sokup izliyor. “Bunların neyi var böyle? Ablamın nişanlısı da başladı. Beni merdivenlerde sıkıştırdı. Yüzümü tükürüğe buladı.” (s. 79) Bunaltmıyor bütün bunlar, vuruyor da vurma biçimleri sürekli değiştiği için boğmuyor. Taş gibi bir metinle karşı karşıya okur, aile cehennemine ardına kadar açılmış bir kapıdan giriyor. Patolojik vakaların en seçkinlerinden birkaçı bu anlatıda mevcut, sınırları zorlasalar da okuru temin ediyorlar. Varlar, normların dışında olmaları hiç önemli değil, yol açtıkları yıkımları düşünmüyorlar.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!