Henri Gougaud – Aşk Yolunda

Aşkın vaziyetini düşünüyorum, aslında duyguların evrimini. Günümüzde son derece şahsi ve muhterem bir emosyondur aşk, magnifiktir, kişiyi kişiye zincirlemesi için toplumsal bağlama, teolojinin yancılığına ihtiyaç duymaz. Zamanında büyük anlatıların bir parçası olarak yaşandığı malum, Rönesans’la birlikte arşa doğru yolculuğuna başlayan bireyselliğin öncesinde hikâyelerle birlikteydi, yani daha kolektif bir duyumsamanın ürünüydü. Ürünüymüş, yaşam pratiğiyle şekillendiği için o halini bilmiyoruz çünkü hiç deneyimleyemedik, dünyaya fırlatıldıysak başka türlü biçimledik, intihar edemeyip yaşamaya devam ettiysek başka türlü, kısacası şeylerin biçimini hızla bozan, değiştiren veya yoğuncaysa sabitleyen pratik, eskiyi kovarak günümüzü boca etti. Hormonlar tam gaz çalışırken çevre ve düşünce form değiştirdi, belki hormonlar da form değiştirmiştir, bin yıl önceki feromonla şimdinin feromonu aynı mı acaba, eskinin elmasından %25 daha az kalori içeren elmaya yine elma deriz ama elmanın değiştiğini de biliriz. Buna pek benzemeyen ama bununla ilgili mesele: “aşkın yolu” tam olarak neyin yolu? Deniz yolculuğunun tanrılara meydan okuma anlamına geldiği bir dönemden geçti dünya, misal yolun yolluğundan ve aşkın aşklığından ne çıkarmalıyız? Farkları ancak araştırmalarla idrak edebiliriz, kaynaklar tam olarak ne hissedildiğini elbet söyleyemeyecektir ama varsa dinî yorumlar, eğretilemeler, eylemlerin gerekçeleri, türlü çeşitli kaynak ne yaşandığını imleyecektir, somuttan soyuta im. Aklıma geldi, Roma A.Ş.‘de milletin bileklerini cart curt kesmesi, şak diye intihar edebilmesi çoktan yitmiş bir hayat görüşünün sonucu olarak görülüyordu, Romalıların geniş anlamda yaşama bakışıyla ilgili. Geniş, yani içinde onur vardır, yarınlar yokmuş gibi yaşayan bir köleden meydanda şamar yemek vardır, muhtelif. İktidar meşruiyetini korumak için düelloyu yasakladığında ne sıkıntı çekmiştir insanlar, haklılıklarını bir diğerini yaralamaya veya öldürmeye çalışarak gösterme fırsatı ellerinden alınınca, mesela The Duellist‘i düşünelim, ömür boyu tekrarlanan düellolar olmadan iki subayın ne halt edecekleri belli değildir, sürekli ötelenen adaleti bulmaktan başka istekleri yoktur bazı, bu sayede hayatta kalmak için onca uğraşa girerler belki. Nihayet biri hayatını değiştirmeye çalışır, ne fayda, yine karşılaşırlar, eski davalar tekrar açılır, sonu gelmeyen dalaş. Neyse, eskinin dünyası daha başka bir dünyaydı, o dünyada geçen anlatılara denk gelince bu başkalığa bakıyorum önce, verilebilmiş mi, yazarın bunu verme çabası var mı yoksa parodiye mi öykünüyor, anakronizmi kasıtlı mı, maksadı nedir, şalala olsun diye mi yağmalar tarihi, çevirmesi eğlenceli numara aslında. Zamanla olduğu kadar mekanla da ilgili bir konu, diyelim ki metropolde yaşayan bir karakter var, hıza alışmış, görsellik ön planda, her an her şeyin değişebildiği bir ortama uyum sağlamış. Epizodik anlatının bir parçası olması, kısa cümleler ve dağılan mevzularla oynaması muhtemeldir, şaşırtmaz, zamansallık ve biçim o mekana uygundur ama köyde geçen bir anlatıda böylesi parçalanmışlık patolojinin ürünü olmaya daha yakındır, her şeyin çok yavaş aktığı uzam karakterin sesini de belirleyecektir. Kırsalla ilgili hikâyeler beni en çok bu yüzden rahatsız ediyor, şehrin tonuyla köyünki bir olmadığı, yazar da şehrin tonundan kurtulamadığı, öteyi bilmediği için sakil kalıyor, dökülüyor resmen. Gözleri devirip -günde bir kez yapın bunu, yaşatalım- Osman Şahin’e dönmek istiyor deli gönül, mevzu Gougaud. “Tarihleme” diyeyim, bu metinde şahanedir, Mathieu’nün yolculuğu bize 14. yüzyılın nesi varsa sunar, aşktan arkadaşlığa, müzikten yazına karşımıza çıkmayan yoktur çünkü veba salgınının yangın yerine döndürdüğü dünya bütün büyüsünü saçmaya hazır hale gelmiştir, seyir halindeki insanlar o güne dek hayal dahi etmedikleri olaylarla karşılaşırlar yolda, yaşantıları zenginleştikçe kendi alanlarının dışına çıkarak yeni doğanın bir parçası haline gelirler. Gelmeye meyillidirler, şehirlerden kaçarak kalbine yürüdükleri yaban hemen kabul eder onları, tabii aynı salınıma -Hartmut Rosa “rezonans” der Dünyanın Kontrol Edilemezliği‘nde- sahiplerse. Mathieu başlangıçta uyum kuramayacak gibidir, kız kardeşi hariç ailesindeki herkes öldüğünde, ustası Aventin’in linç edildiğini gördüğünde kaçmaktan başka çaresi kalmamıştır, gönülsüz bir topuklamadık bu, neyse ki yanındakiler ve yolda karşılaştığı tuhaf insanlar belirsizliğin de nimetten sayılabileceğini gösterirler.

Düştüğümüz yollarda bizi gözeten Kutsal Anamız, küçük kız kardeşim Angèle’i ve yoldaşım Bernard Faidit’yi bedenin ve ruhun cüzamlarından koruyun. Esirgenmeleri için dua ettiğim bu sabah, nerede olurlarsa olsunlar eliniz başlarının üzerinde olsun. Amin.” (s. 9) İlahî kadroya selam, metnin bismillahı, Tanrı’nın lütfuna çağrı. Her şey yolunda “artık”, anlatıcı Mathieu yazabileceği bir yer bulmuş, gücün kendisiyle birlikte olduğunu hissettiği için yazabiliyor nihayet. Bir yıldan sonra hac yolculuğunu tamamlayıp ilk ayağın hikâyesini düşünüyor, korkunç günlere geri dönmek zorunda. Avignon’da çamaşırcılık yapan anası, kardeşler, baba, herkes hayatta, Mathieu yazı öğreniyor ustasının yanında, o sıra insanlar ölmeye başlıyor. Yahudilerin kuyuları zehirledikleri, bebekleri yedikleri söyleniyor, hızla çoğalan ölülerin başka bir açıklaması yok. Aventin Usta rahatsız oluyor durumdan, Arapça bildiği için dikkatleri üzerine çekeceğini biliyor ama sessiz kalacak biri değil, sevenleri tarafından öldürülesiye dövülürken dahi. Mathieu yazmayı öğrendi, ustasını o halde gördü, yola koyulabilir. Cennetin insan varlığının bir hali olduğunu da öğrendi bu arada, aşka doğru tekerlene yuvarlana ilerlemeden önce duyguya hazırlık. Aventin’i öldürenlerden biri Mathieu’ye hemen arazi olması gerektiğini söyler zira evi de yanmaktadır çocuğun, vebanın dokunduğu her yer alevler içindedir, ölüm kokusu bütün şehri sarmıştır adeta. Sihir orada başlar, kız kardeş ve soylu Bernard çoktan tanışmışlardır, üçü birlikte kaçarlar. Bernard’la Angèle “o gün ağaçlar kadar masumdur henüz”, Mathieu -bence- yolculuk sırasında edindiği derinliğe kapılır: “Biz unutkan değiliz, belleklerimiz uyanık ve sadık, ama dünyanın yoğunluğu içinde kaybolmuşuz, atılımlarımıza güvenmiyoruz ve bizleri bir zamanlar sevmiş olduklarımıza doğru çeken o akla sığmaz ve bildik kokunun peşine kör gibi düşüyoruz.” (s. 29) Meryem Ana’ya durum değerlendirmeleri yapılır, “Sen” denen Tanrı’dan yardım istenir, ortalığı kırıp geçiren vebadan aman dilenir, sanki nereye gidilirse gidilsin yolculuğun kutsallığı tamdır, varılacak nokta belli olmasa da niyetin saflığı en basit bir eylemi bile ilahî anlamla doldurur. Şans da yanlarındadır, Mathieu karşısına çıkan haydutlardan birinin üstünü kana bulamak istememesiyle ölümden döner, ardından Moktar’a rastlar. Kurmaca âleminde gördüğüm en renkli karakterlerden biri bu, her gün kimlik değiştirmesinin yanında olağanüstü güçleri de varmış gibi davranmaktadır, gerçi öyle bir zamanda ölümün elinden kurtulan herkes olağanın dışında sayılabilir. Moktar diri tutar kafileyi, ilginç sohbetleriyle kafaları karıştırır, en sonunda kendi yoluna gider Mathieu’nün hayatını değiştirecek kitabı almadan. Masallarla dolu bu kitap sözün yıpratıcılığından etkilenmemiştir, hikâyeleriyle Mathieu’nün zihnini genişletir, böylece çocukluğunun büyüsünü bir ölçüde sürdüren genç adam ağacın sadece bir ağaç olmadığını, şeylerin ardındaki canı da görür. Bağnaz değildir, pagan çifte rastladığı zaman şahit olduklarına küfür muamelesi yapmaz. Nedir, kadın bitkilerle çiftleşir, adam ayılar ve kurtlarla iletişim kurar. Druid ruhu devinmektedir ormanda, ölümün kol gezdiği topraklar o kadar yayılamamıştır, üçlü o çiftten de alacaklarını alıp yola devam ederler. Maksat kitabı yazan keşişe ulaşmaktır artık, hac yolculuğuna masalların yazarı nokta koyacaktır.

Zamanın ruhu varsa bu metinde görülebilir, öylesi belirmiştir. Şahane. Tekrar basılmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!