Jaroslaw Iwaszkiewicz – Yükseklerde Uçmak

Bryjow’da kalıp tek başına içen adamın dinleyicisi var bu kez, bütün hikâyesini ayda bir iki defa anlattığı için bıktırıp kaçırdığı insanların yükünü Profesör çekecek. Mühendis ya da, durmadan içtiği için anlatıcının kafası karışık, hikâyeleri kronolojik seyirde ilerlemiyor. Bir At Bara Girmiş‘teki tekniğin erken versiyonu: tek mekân, geveze anlatıcı, parçaların birleşmesiyle ayrıntıları beliren dehşet. Kovmaya çalışıyorlar, isimsiz mektuplar geliyor, muhtemelen omuz da atıyorlardır sokakta ama gitmiyor anlatıcı o şehirden, gidecek başka yeri yok, çoğu gibi şansını Batı’da deneyebilirdi ama öleceği yerden ayrılmak istemiyor. Yirmi beş yaşında, Rusların gelişinden kısa süre sonra açılan sayısız kurstan birine katılarak yapı denetçisi olmuş, zar zor geçinirken haftalığını içkilere gömmeye bayılıyor. Dinleyici de bulmuş, başlasın: Zielonka’nın, içtikleri yerin hikâyesini biliyorlar, ikisi de oralı, Almanlar geldiklerinde mekânın sahibi de Alman olmasına rağmen “gerekeni yapmayınca” ortadan kayboluyor, yaşlı bir kadına kalıyor orası, uyuklamaktan başka yaptığı pek bir şey yok. Pazar günleri çoğunun yaptığı şey, anlatıcı hariç, kadınlardan kaçınarak bir iki tek atmaya geliyor oraya. Talepkâr kadınlar, yedirip içiriyorlar, gezdiriyorlar, sevişiyorlar ve aynı şeyi öbür hafta tekrarlamak üzere bırakıyorlar adamı, savaşın üzerinden pek bir zaman geçmediği için adam revaçta, şikayetçi. Ne pismiş kadınlarla sevişmek, onlarla birlikte olmak, hele önlerindeki çalıları kesmemişlerse ve bedenleri görünüyorsa. İğrenti çocukluktan, işgal ordusu gelince halasının yanına yollamışlar anlatıcıyı, o zamanlar on yaşında, kendisi gibi tren bekleyen iki Yahudi kadına bakakalmış. Babası annesini bırakıp başkasıyla, şişman bir kadın subayla birlikte olmaya başlamış, öldürüldüğü zaman çocuğu da götürmüşler cenazeye, koca kadının çektiği acıyı gülünç bulan çocuk gülmemek için kendini zor tutmuş. Beyaz yüz, belirgin çizgiler, baba toprağa verilirken bütün duygular hafif. Annesi diğer evladıyla birlikte Kazakistan’a kaçmış, çok sonra dönmüşler ama yabancılamışlar birbirlerini, kadın da ölmüş. Tren diyorduk, Yahudi kadınlar çok şık, korkudan delirecek haldeler ama güçlü dururlarsa başlarına iş gelmeyeceğini düşünüyorlar. Çocuk izliyor, tren geliyor, askerler inip kadınları duvar dibine götürüyorlar, soyuyorlar, çocuk izliyor, çocuk heyecanlanıyor çünkü ilk kez görüyor kadın bedenini, çalıları görüyor, meme uçlarını görüyor, kadınların kurşuna dizilmelerini izliyor, bedenden çıkıp giden şeyi merak ediyor zira şahit olduğu diğer ölümlerde olduğu gibi vücutların çuval gibi yığılmalarının arkasında bir şey olduğunu düşünüyor, sonra askerlerin trene binmelerini izliyor, kıyafetlere ne olacağını merak ediyor, muhtemelen yağmalanacak veya diğer askerler ganimet olarak alacaklar, hayır, askerler trene binmeden önce çuvala tıkmışlar ne varsa. Sıkıldı mı dinleyen, hayır, anlatıcı içtiği günlerde uçuşa geçiyor, yükseklere çıkıyor, yükseklerde uçuş, inmek bilmiyor, inmemek için daha çok içmek istiyor ama dinleyen ayık kalmaya çalışıyor, anlatıcı alkol oranı düşük viskilerden istiyor, öylesi de iyi. Abilerinden birini toplama kamplarına göndermişler, sonra bir vazo gelmiş oradan, külle dolu vazoyu döktükleri zaman diş çıkmış bir tane, kararmış bir diş, abisinin veya başkasının dişi, kim bilir. Babası sayısız Alman’ı öldürmek zorunda kalmış, Yahudi de öldürmüş bayağı, son görüşmelerinde üstü kapalı biçimde bahsetmiş yaptıklarından. Kolundaki kırmızı çizgi kan izi mi, öldürmek nefret uyandırmış anlatıcıda, zaten kendini korumaktan başka bir şey yapmıyor ve kimseyi öldürmemiş. Emin değil, belli değil, tepede asılan adamı iyi hatırlıyor. Bir gün makinelisini de alt etmişler, 2 metrelik koca adamı asıvermişler oraya, çocuk yaklaşıp adama bakmış. Gerçekten ölü. Tam hırsızlığa başladığı sıra. Çocuk oradan buradan bir şeyler yürütüyor, hasta halasına et alabilmek için çalışmayacak çünkü üç kuruşa et yok. Edek’in arkadaşlığı o zor günlerde yaşamayı kolaylaştırmış bir süre, birlikte çalışmışlar, laf arasında arkadaşına Almanya’ya gidip düzgün bir işe girebileceğini söylermiş Edek. Ayaklanma’nın öncesinde mi, anlatıcı direnişle iş tutmaya başladığı zaman Edek uyarmış, o tayfadan uzaklaştırmaya çalışmış ama başarılı olamamış. Küçük yer, Almanlar büyük, haberler hızlı yayılınca direnişten bir kaptan çıkıyor, Edek’i belli bir saatte belli bir yere çağırmasını istiyor anlatıcıdan. Çeviride kaybolan bir şey sanırım, anlatıcı Edek’in güzelliğinden etkilenmiş, sesinden, arkadaşlıktan çok daha fazlasını hissediyor muhtemelen, haliyle kuş uçmaz yerde bir başına bıraktığı arkadaşının kafasına sıkıldığında üzülüyor. Uzaklardan gelen bir ses, yankı, arkadaşı ölü artık. Rusların gelişinden biraz önce, o küçük, eciş bücüş insanlar mı kurtarmışlar Polonya’yı? Almanlar kaçmaya çalışırlarken birilerinin aracı çamura saplanıyor, Ukraynalı bir Nazi yardım istiyor ama çok geç artık, Ruslar gelip adamları öldürüyorlar. Edek kısa süre önce gömüşmüş Yahudilerin mezarlarını açıyor, altın diş bulursa cebine atıyor. Tavuk arayan Almanlar varmış bir zamanlar, Edek’le anlatıcı küçükler, aracın şoförü kestirmeye başlayınca kucak kucak toprağı benzin deposuna mı boşaltıyor artık, bir halt edip fişleniyor, iki gün boyunca arandığı sıra gidip ormanda saklanıyor. Yahudilerin öldürüldüklerini, toplu mezara konduklarını veya başka şekilde ortadan kaldırıldıklarını görüyor, Edek’e iş. Neden suçlanıyor anlatıcı, Edek direnişçileri Almanlara gammazlarken sorun yok muydu, Nazi dalgası mı yükseliyor yine? Anlatıcı -Romek- bitmek bilmeyen kıyımı yakından izliyor, her gün yeni Yahudiler getiriliyor ormana. “Sonra onları da taradılar. Yahudi olsun Polonyalı olsun, insanoğlu makineli tüfek ateşi altında hep aynı şekilde yere yuvarlanıyor. Arada en ufak bir fark bile bulunmadığını bizim oğlanlara da söyledim.” (s. 35) Çocuk daha, dinleyiciye bütün bunları anlattığı sıra yirmi beş yaşında olsa da çocukluktan çıkmış gibi görünmüyor, Edek’in cenazesinde arkadaşının ne kadar güzel olduğunu düşünüyor, annenin gözyaşlarına kayıtsız kalamayıp kendi de ağlıyor, ele verdiği dostu sonuçta. Cephane taşımayacak bir süre sonra, çok tehlikeli iş, Romek dikkat ediyor artık. “Varşova kaput,” diyor Alman askerlerinden biri, bazen birlikte giriyorlar. Duvarların içinde küçücük bir alandı kalabalık için, kimse kalmayınca bomboş. Da değil, Almanlar dolanıyorlar içeride, Polonyalılar mal mülk kurtarmak için gizlice giriyorlar, en ciddi ve güvenilir kurumlar bile meskenlere girip çamaşır mamaşır ne varsa yürütüp satıyorlar. Romek’in evinde de öldürmüşler bir Yahudi’yi, evim önünde diyelim, kırmızı bir leke kalmış karların üzerinde, halaya göre kanın sahibi öç alınmasını istiyor da isteği gerçekleşene kadar kanı duracak öyle. Kimden alınacak öç, Romek ailesine bakıyor, ardından üzüleceği pek kimse yok. Amcası belki. Belediye başkanının amcayla ilgili fikri, fikrin ötesi: “Burada işine koşmadığı insan kalmamıştır diyebilirim, yalnız beni umursamaz, boşverirdi bana… Bir de amcamın elini sıkmaz, amcam için, domuzun biri, derdi. Polonyalıların zararına Almanlarla işbirliği yapıyor. Ama, bana kalırsa, yanılıyordu, çünkü Polonyalılar bundan en ufak bir zarar bile görmediler ki, aksine, içlerinde bıçkı atölyesinde az gizlenen mi oldu. Bıçkı atölyesinde çalışabildiği için, amcamın ellerine sarılıp öpen Posenli bir Profesör gördüm ben.” (s. 39) Birini öldürmüş Romek de, Edek’in çaldığı dişler gibi pis kokmaya o an başlamış, halasının kokusunu aldığı pislik. Birini öldürenler hep aynı kokarmış, sosyalizm kurulacaksa kişisel şeylerden dem vurmanın anlamı var mıymış, votka ne kadar güzelmiş de içmeye devam etselermiş keşke, daha da önemlisi bu metni tekrar bassalarmış. Elli küsur yıl geçmiş, ben formaları yeni ayırdım, elimdekinin sayfaları hiç açılmamış. Ne sıkı hikâye oysa, yukarılarda bahsettiğim metni sevenler kaçırmamalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!