Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.
Şehrin ortasından demiryolu geçer, bir ucu limanda denize karışırken diğer ucu tepeleri dolanır, içerilere doğru. Karabük’e uğrar, orası da kapkaradır. Kömürün çıktığı her yer kapkaradır, binalar bacalardan yayılan dumanlara karışır, yeşil de karaşındır orada. Geri dönelim, demiryolunun yakınından dere akar, doğduğu yere ilerledikçe yoksulluk artar. Çingene mahallesi oradadır, anlatıcıyı tükürük yağmuruna tutan, üstünü başını parçalamaya kalkan çocuklar o derenin kenarında oynarlar. Yaşlılığından geriye bakıyor anlatıcı, çocukluğunu baştan kuruyor, bazı parçaların eşleşmemesi veya anlatıcının eksiği yalancı hatıralarla kapamaya çalışması sonlara doğru mesele haline gelecek de şehirden ayrılmamak istiyorum çünkü bildiğim yerler, dolanmaktan bıkmadığım caddeler, her şey tanıdık. O yoksulluk, karanlık, kötülük aşina, benim bildiğimle anlatıcının bildiği arasında yetmiş yıl olsa da pek bir şey değişmemiş. Yetmiş yılda neyin değişeceğini düşünüyorsam. Sahile koskocaman bir cami diktiler, liman mahvoldu, bir bu. Anlatıcıya çok daha fazlası, öğretmen okuluna gittiği zaman geriye baktığıyla kendi çocuğunu büyüttüğü zaman baktığı bir gibi görünüyor ama değil, ilkinde kendine üzülürken ikincisinde yaşamın ne olduğunu anlamış, gördüğü muameleyi kendi çocuğunu büyütürken göstermiş ve annesine duyduğu sevgiyi yitirmiş, kadını huzurevine yollayarak belki de kendi çocukluğuna nokta koymak istiyor. Six Feet Under‘ın son on beş dakikasında sezonlar boyu birlikte yaşadığımız karakterlerin ölümlerini görürüz, Yalçın da aynı tekniği kullanıyor ama duygusallığı azaltarak. Annenin şeker kokusu yoktur artık, babanın sevecenliği çoktan yitmiştir, ölümden bir tek Ali kurtulur, çocukluk aşkı, o da Ali’nin memur ailesinin tayini çıktığı için. Eşyalar kamyona yüklenirken vedalaşmaya gelir anlatıcı, çocuğa sesini duyurmaya çalışır ama Ali dönüp bakmaz, vedanın yükünü taşımak istemediği için dayanabildiğince dayanır, nihayetinde yüzünü döner anlatıcıya. Bir o yüz hatırlanacak, diğerleri zaman geçerken silinip gidecek. Ne acı hikâye, Yalçın’ın her metninde yoksullukla boğuşan karakterleri var da buradakiler kadar çabalayanı, açlıkla boğuşanı yoktur herhalde. Bu romandakiler tepelerde bir yerde yaşıyorlar, şimdinin üniversite mahallesi olabilir, hükümet meydanı çok uzak olmadığına göre o civarda. Biraz toparlamışlar oraları, denizi gören muhitlere varsıllar yerleşmiş, önceleri ahşap evler ve fakirlik varmış. Anlatıcının -bundan sonra “A”- babasının çarşı içinde eskici dükkânı varmış, evleri bir tepenin yamacında, fareyle dolu. “Çok sonra gittim bir gün ve gördüm. Daha doğrusu, göremedim. Yoktular çünkü. Ne kadar küçük ve güzel şey varsa bir bir öldürülmüş, yerlerine kalın, çirkin büyüklükler konmuştu. Anıları taşımaktan yorulmuş gibiydim o gün. Ne çok şey değiştirmişti otuz yıl; soyut, anlamsız bir dünyaya girmiştim sanki. Hiçbir tanıdık yüz yoktu. Bir fotoğraf yalnızlığı içindeydi her şey.” (s. 4) Annesiyle babasının mezarlarına da gitmez, bir tek yağmuru bilir ve otobüsten iner inmez kucaklar yağmuru, kollarını nasıl açtığını görebiliyorum çünkü oradan ayrılırken ben de açmıştım. Yağmurla birlikte bir koluyla tepeleri, diğer koluyla denizi de kucaklar insan. Zonguldak.
Fragmanlar, yaşam parçaları. Çok ileriden geriye bakış, haliyle ilerinin dünyasını geriye yığmaca var ama yaşama uğraşı unutulmamış, bilinç kodlar halinde sunuyor barındırdığını. Anneanne yakınlardaki bir kasabadan geliyor sık sık, neresi acaba, Kilimli veya Kozlu? Acımasız, insafı olmayan bir kadın, A’nın sadece yaşadıklarını bildiğinden, anlattığından yola çıkarak söyleyebiliriz ki karanlıkta kalan geçmişinde daha beter yokluklar var belli ki, kızıyla torununu kurtarmaya çalışıyor. Bir parça sevgiyi neden göstermiyor torununa, sevgi açlıktan ölünce geriye hiçbir şey kalmıyordur belki. Hiçbir şeye kalmıyor, bu yüzden kediye de kötü davranıyor anneanne, ağaçlara da. En beterini A’nın babasına yapıyor, yatalak adamı intihara sürükleyecek şeyler. Sağ yanına felç inmiştir babanın, bu yüzden yardıma muhtaçtır, anne en sonunda dayanamayıp işe girdiğinde biraz rahatlayacaklarını düşünürler ama dikiş işinde de ödemeler hemen yapılmaz, haliyle geçinememenin üzerine bir de yorgunluk eklenir. Amcalardan biri dükkândaki malzemeleri satar da kömür alacak parayı bulurlar, kira borcunu ödememek için mahkemeye sunulan bahane iş görmeyince bu kez eşyaları haczedilecektir, mutlaka gedik açılıyor bir yerden. Babaanne, hala, amcalar ellerinden geleni yaparlar, borcu ödeyip eşyaları kurtarırlar ama o travma A’nın bilincine işler bir kere, diğer pek çok şey gibi. Kaptan Baba’nın eve getirdiği yiyeceklerin altından bir şey çıkacaktır mesela, baba duruma ayar ve eşini kendisinden ayırıp başka bir adamla evlendireceklerini düşünüp acı çeker. İyileşecektir bir gün, A’ya durmadan iyileşeceğini, güzel günlerin geleceğini söyler ama durumu giderek kötüleşir, anneanne adamı yüklediği gibi dünürünün evine götürüp bırakır. Ölüme pek bir şey kalmamıştır, A zaman zaman gidip babasını görmeye çalıştığında halasının öfkesiyle karşılaşır ama amcalar hemen sakinleştirir halayı, kızın bir suçu yoktur çünkü. Anne ve anneanne zaman zaman gelirler, kapıdan geri çevrilirler. Baba öldüğü zaman bile içeri giremezler, babayı evden atarak işlenecek en büyük suçu işlemişlerdir. Baba da pek masum değildir açıkçası, A hatırlıyor, anneannenin çok konuştuğu bir gün baba dayanamamış, yumruğu kadıncağızın yanağına çakmıştır. Kadın ağlar, beddua eder, en sonunda kızını bir başka adamla evlendirir. O adam da ölecektir, anne bir süre A ile yaşadıktan sonra sevgisizliğe dayanamayıp huzurevine gitmeyi kabul edecektir sonra. İletişim yöntemi şiddet, konuşarak hiçbir şey halledilmiyor, böyle bir ortamda incelik yeşermiyor, insanlar birbirlerinden kolaylıkla vazgeçebiliyorlar. Hikâyenin hüzünlü yanı bu, A’nın gördüğü yakınlıklar hep bir koruma güdüsüne bağlı. Baba eve ekmek getireceği günleri anlatırken mutlu ediyor kızını, annenin sevgisi kısıtlı, ağlamadığı zamanlarda bir parça olsun güler yüz gösterebiliyor, o kadar. Hala dövüyormuş babayı, anne ve anneanne evden kaçarlarsa kaçarlar, böylesi bir belirsizliğin ortasında tutunacak dal arıyor A, bu yüzden mahalle arkadaşı Ali’yle birlikte zaman geçiriyor, korkunç öğretmenine rağmen derslerinden geri kalmıyor ve okuyor, yatılı okula geçtiği zaman hayatını kurtarıyor adeta.
1940’ların Zonguldak’ı. Savaş var, karartma var, ışığın geldiği evleri basıyor askerler. “Radyolu ev” sayılı, A’nın amcalarından birinin evine gidip havadis alıyorlar, savaş bir bitse belki biraz daha rahatlayacaklar. Kıyıda cesetlere rastlamaya başlıyorlar, Tuna’nın taşıdığı Alman askerlerinin yüzleri yenmiş, kamuflajları yırtık, çocuklar için ölüm dersi. Okulda eziyet, gül getiren şişman öğrencisini her gün döven öğretmen, gül artık neyi hatırlatıyorsa. Ne ince: Sınıfta dalga geçiyorlar A’yla, birileri babasının halini duymuş da makara yapıyor. A kimin haber uçurduğunu bilmiyor ama küçük yerler öyle, herkes her şeyi duyar. Sonra babasının çarpıklığını taklit ediyorlar tahtada, o âna kadar öfkeden kıpkırmızı kesilen A sonuçta çocuk, taklidi görünce o da gülmeye başlıyor. Yetişkinliğinden de çocuk, nereden bakılırsa bakılsın o kederden başka bir şey görülmüyor. Baba her zaman odakta, gözyaşlarını erkenden bıraktığı için. “Uyanıyorum bazı geceler; gidip birilerini bulmak, onlara sormak istiyorum; neden yaptınız? Bir insanı, üstelik yarısı sönmüş bir insanı neden öldürdünüz durmadan?” (s. 51) Anne gözlerini silip suçunun olmadığını söylüyor, anneanne ölünün karşısında suskun ama memnun, kimse acıyı paylaşmıyor, sevgiden ne kalmışsa sunmuyor, sadece yaşıyor. Sadece var oluyor demeli. İnsan hissettiğiyse.
İrfan Yalçın’ı uzun aralıklarla okuyorum çünkü kaldıramıyorum o kederi, derinlerde bir yerden yakalayıp can yakıyor. Öyle bir roman bu da.
Cevap yaz