Alexandre Lacroix – Hiçbir Şeye İnanmadan Nasıl Yaşanır?

Çağımızın zorlu müsabakasının inananlarla ateistler arasında değil, dogmatiklerle şüpheciler arasında vuku bulduğunu söylüyor Lacroix, Ortodoks Marksistler ve bilim insanları gibi bazı ateistler de dogmatik, tehlikeli, skeptiklerse ötekine bir varlık payı bıraktıkları için şüpheye yerleri hep var. Bu metnin meselesi genel olarak yaşam etiği, ahlak ve dünyanın kutupluluğundan kurtulmanın yolu üzerine düşünmek, mesela Descartes’ın ormanda kaybolan gezgin örneği: patikalara sapıp sezgilerle hareket etmek yerine keyfî bir yön seçip sürekli düz bir çizgide ilerlemeli. Descartes bunu tüm bir varoluşa yaymak, “sağlam ve kararlı olmak” gerektiğini söylüyor ama bulunduğumuz dünyada orman bitmiyor, kartezyen düşünce yapısı bir çıkış sunmuyor artık ki insan ayırt ediciliğin pek az olduğu bir uzamda sağa veya sola çekmeye meyilli zaten, filmlerde gördüğümüz dönüp dolaşıp aynı yere gelme mevzusu biyolojik, kendimizin dışına çıkamıyoruz. Bu “kendilik” baştan kurulmalı o zaman, Lacroix’nın önerisi tek yönde zorunlu bir yürüyüş değil, yıldız şeklinde bir keşif. Metnin sonunda yer verdiği beyaz kaplan kapatıldığı alanda sürekli hareket ediyor, yenilgiyi kabullenip çökmüyor olduğu yere, şartlara uyum sağlayıp ilk fırsatta kirişi kırmayı “planlıyor”. Aşırı insan merkezli bir yaklaşım ama bize çıkan bir ders var burada, burjuva olarak maddi konfora ve güvenliğe öncelik vermek değil de eşzamanlı olarak tüm güçlükleri kucaklamak, geri çekilmek ve ilerlemek, tembellik etmek ve çalışmak, ne varsa toplayıp yaşamın tam ortasına koymak. “Varoluş, açıkça formüle edilmiş bir ifadeye sahip olan ve tek bir doğru sonuca tekabül eden okul alıştırmalarına benzemez. O nedenle üzerinden asfalt silindiriyle geçmenin değil, onu zenginleştirmeye muktedir başka bir yaşam anlayışının arayışında olmalıyız.” (s. 13) Sokulduğumuz kalıpları bu yüzden değersiz bulur Lacroix, aileden topluma, okuldan işe dek pek çok yapının insanı başı sonu belli bir düzene soktuğunu, yaşamın bu düzende budandığını ve geriye dandik bir seyir kaldığını anlatır. Bu düzende her şey bilinir, her şey önceden düşünülmüş ve yutturulmuştur, bize lazım olan bu kurallarla hareket etmek yerine temel cehaletimizi tespit etmeliyiz önce: bedenimizin işleyişini biliriz ama bilmeyiz, gore filmlerde gördüğümüz her şey şu an içimizde fink atmaktadır, sadece biraz daha düzenlidir ama devinimi sessizdir. Bilinç konusu hâlâ kapkaranlık, düşüncelere ve anılara erişim araştırılıyor, dilin alımlanması ayrı bela, uzay en büyük bela. Bu cehaleti incelerken şüphecilere ulaşacak Lacroix, araştırmasının esas başlangıcı.

Nietzsche’den el, iyinin ve kötünün değerlerine el koyan Hıristiyanlık üzerinden gerçek ahlaka varış, erdemler ve kusurlar listesinden öte bir düzey. İkinci düşünür Sextus Empiricus, görünen ve düşünülenleri herhangi bir biçimde karşı karşıya getirme yetisi ve epokhe, “yargının askıya alınması”. Medeniyetimizde ensest ilişki kınanıyor ama Eski Mısır’da serbestti, insan doğasına aykırılık konusunda ne söyleyebiliriz? Komşum bana kötü davrandı ama kötülük ondan mı yoksa ben mi asabiyim? Sextus Empiricus’un yaşadığı MÖ 100’lü yıllarda İsa misa yok, metinde bir karışıklık olmuş herhalde, düşünürü Hypatia’nın döneminde yaşamış gibi kuralım: Bu askıya alma kavramının ortaya çıktığı dönemde eski Mısır tanrıları varlığını sürdürüyor, Ptolemaios Hanedanı bu tanrılarla Yunan tanrılarını melezleyerek yeni bir panteon yaratmaya çalışıyor, üstelik Hıristiyan tarikatlar ve Yahudi cemaati de aktif, yani Mısır bir güzel kaynadığı için bu yargıyı öteleme meselesi önem kazanıyor da Stoacılığın karşısında dikilmeyi başarıyor. Stoacılık şüpheye karşı en dayanıklı perspektif, belirsizliğin tüm faktörlerini kaldırmaya ve şeylerin tam imgesini vererek insanın bilebileceği, boyun eğeceği yasaları belirlemeye çalışıyor. “Kesinlik”, enargeia. Karşı kutupta yer alan Arkesilaos, Cicero’nun aktardığına göre her şeyin karanlıkta saklı kaldığını, hiçbir şeyin algılanamayacağını ve anlaşılamayacağını söyler, insan cüretini dizginleyip onaylayıcı konumundan kurtulmalıdır, bilge kişi hiçbir zaman hiçbir şeye onay vermez, haliyle Stoacılar her şeyi -tamamlanmış bir mimariye sahip kozmosu- onaylayan budalalardır. Cicero bu iki düşünce yapısının birleşmiş halini ortaya koyar, İkinci Akademi veya Yeni Akademi şüphecilerin savlarını törpüleyerek bir yaşama sanatı yaratmıştır: hiçbir şey kavranamaz ama bilge kişi kavranamayana izin verir, bilgenin fikirleri olacaktır ama fikirlerin içinde anlaşılabilir veya kavranabilir hiçbir şey olmayacaktır. Beş duyumuzla hissettiklerimiz kesindir ama hiçbirinin doğruluk değeri yoktur. Burada Pyrrhon devreye giriyor, şeylerin kayıtsız ve ölçülemez olduğunu söyleyerek Aristoteles felsefesini dışlıyor, aslında arkada çalışan bir mekanizma yok. “Dünyayı bir perde olarak görüp neyi örttüğünü arıyoruz. Pyrrhon ise bizi böyle bir hurafeden vazgeçmeye davet ediyor. Ona göre yalnızca kendi kendini doğrulayan görünümler balesinin arkasında hiçbir şey yoktur.” (s. 42) David Hume’un tatmin edici bir desteği var görüşe, fenomenler arasındaki ilişkilerin şeylerin gerekliliğini, dünyanın özünü vermediğini söylüyor Hume, sonucu nedenden çıkarmak veya aralarında zorunlu bir bağlantı olduğunu iddia etmek yanıltıcı. Lacroix’ya göre Pyrrhon’un görüşleri fenomenlerin ilişkilerini dikkate almaya değil de estetik gözleme bir davet, şimdiyi düşünürsek sosyokültürel yapıların geçerliliğini sorgulamak. Wittgenstein bir toplantıda küresel ağdan bahsetmiş, günümüzdeki haline bakarsak mutlak iyi veya kötü çıkmadı bu ağdan, çok sayıda göreli yargı çıktı. Şüpheci filozofların öğretileri görelilikçi değil, bilinemezci, bu ikiliği Eichmann’ın yargılanmasıyla örnekliyor Lacroix, görelilikçilere göre değer sistemi bağdaşmadığı için Eichmann’dan intikam alınmaktadır adeta, bilinemezcilikteyse hukuki yapı kurmak mümkündür. “Ancak bu; söz konusu tutumu destekleyecek agnostik, somut, faydacı bir temel tesis edecektir; soyut veya yüce ilkelere dayanarak değil, benzeri görülmemiş bir suç olayı meydana geldiği için yasa çıkarırız.” (s. 49)

Nasıl yaşayacağız, yaşamda ne arayacağız, aslında bulduğumuzdan ötesini beklemeyeceğiz. Lacroix formülleştiriyor, ben Genazino’da rastladığım bir fikirle özetleyeyim: “Yaşamdan bekleyeceğimiz tek şey yaşamın kendisi olmalı, yaşamdan başka bir şey ummamalıyız.” Parıltılı anlardan bahsediliyor, gün içinde çokça buluruz, mesela bir çocuğun neşesi, bulutlar, deniz. Mutluluğa strateji uygulayarak ulaşamayız. “Amacın, uğruna kendini feda etmeye değer fikrin, kendini adayacak kutsal varlığın olmadığını anlamak iyi yaşama ulaşmanın koşullarından biridir.” (s. 59) Bu deniz falan sadece şimdinin yaşanmasıyla da bulunmaz, anda kalma zırvası geçmişi ve geleceği ekarte eder, geleceği bir ihtimal yığını ve geçmişi bir oldular bütünü olarak şimdide taşırız, hepsini yükleneceğiz ki yaşayalım. Yolda karşılaştıklarımızı kabul edeceğiz ve kopuşları kabullenip seyri sürdüreceğiz, kendi öznel birliğimize zarar verecek, kendimizi kendimizden uzağa düşürecek kararlardan uzak duracağız, yargıyı askıya almak burada da lazım. Dört madde belirlemiş Lacroix, okurun elinden öper, ben Foucault eleştirisiyle bitireceğim, “yaşamı sanat eseri haline getirme” düşüncesinin olumsuzlanmasıyla. Lacroix’ya göre Foucault’nun genel kusuru güç ilişkilerine aşırı değer biçmesi, bios üzerinden çok abartılı bir hâkimiyet atfı. Foucault’nun kendi varlığı üzerinde sıkı bir denetim kurma çabasının örnekleri var metinde, Foucault 1970’lerin ortalarından itibaren Stoacılara ve Epikürcülere yaklaşarak Marcus Aurelius’un “iç tanrı” ya da “yönetici ilke” dediği kavramları incelemeye başlamış, Pierre Hadot’nun Ruhani Araştırmalar başlıklı çalışmasından yola çıkarak “benlik teknikleri” geliştirmiş ama Hadot çok sonraları yazdığı bir yazıda Foucaultcu varoluş estetiğini eleştirmiş çünkü antik düşünürlerin doğayı, kozmosu düşünmeye “yükselmek” için kendilerini biçimlendirme çabalarını olumlayan Foucault bireyselleşme ilkesini kırmaya yönelik sürekli çabayı sessizce geçiştirmiş, böylece benlik kaygısını basit bir uygulamaya indirgemiş. Eleştiriler yine dört madde halinde sıralanıyor, meraklısı incelemeli.

Ben alacağımı aldım, eleştirilecek çok yeri olsa da sıkı metin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!