Litvanya’nın en büyük yazarlarından biri Meras, Om Yayınevi iki metnini basmış sağ olsun. Böyle iyi yazarları bastığı için topu erken attı tabii, malum, bizim memleketteki küçük ve kaliteli yayınevlerinin kaderi. Neyse, Aykut Derman Fransızcadan çevirmiş metni, Litvancadan metin çevirenler var diye hatırlıyorum ama emin olamadım şimdi, ikincil dilden yapılan çeviriler suyunun suyu olduğu için yavan gelse de bu iyi bir çeviri, kokmuyor en azından. Tabii karşılaştıracak Fransızcam yok, “vıy vıy”, o kadar. Kulak dolgunluğu da filmlerden, Stromae’den, Aznavour’dan falan. Litvancam hiç yok ama güzel memleket. Evet.
Gerçek bir olaya dayanıyor hikâye, toplama kamplarında satrancı iyi oynayan subaylar iyi oyuncular arıyorlar, Yahudilerin arasında çok sayıda oyuncu olduğu için genellikle aradıklarını buluyorlar ve iki taraf arasında ilginç bir ilişki kuruluyor. Oyuna saygı duyan subay rakibine de bir ölçüde saygı duyuyor, oyun sürdükçe eşit konumdalar, biri diğerinden daha üstün değil. Bunun yanında korkunç anlaşmalar yapıldığı için mahkumun oyundaki statüsünün hiçbir önemi kalmıyor tabii, örneğin Lüneburg Varyantı‘nda -yanlış hatırlamıyorsam- bilerek kaybettiği her oyun için mahkumun tanıdıkları öldürülüyor, mahkum bu katliamı izlemek zorunda bırakılıyor üstelik. Öldürülenlerin sayısı üstel olarak arttıkça mahkum çok zor bir tercih yapmak zorunda kalıyor, kazandığı oyunlara karşılık yaptırımlar değişecek, belki kendi canından olacak, kaybetse arkadaşları öldürülecek. Bir oyuncu olarak oturmuyor masada artık, insanların kaderini belirleyecek bir yargıç konumuna sokuluyor. Bu metinde yargıç İzak, karşısında Schoger oturuyor. Seçme hakkını en başta sunuyor Schoger, oyunun sonunda yaşanacaklar belli olmasına rağmen en azından taşları şansa bırakabilir. Beyazlar İzak’ın, ilk hamleyi yapıyor. Kullanılan teknik hoş, her bir bölüm oyunun belli bir hamlesinin öncesini veya sonrasını kısaca anlatırken bölümün sonuna kadarki kısımda Litvanya’daki getto yaşamına, İzak’ın ailesine odaklanıyor. Bu ilk bölümde İzak’ın ilk hamlesinden sonra geçmişe zıplayarak Ester’le tanışmasını, âşık olmasını görüyoruz, İlahiler İlahisi –Neşideler Neşidesi– ilham veriyor, İzak kendini Şimek olarak, Ester’i de Buzya olarak görüyor, küçük birer çocuk olsalardı denklik tam olacaktı. İzak on yedi, Ester on altı yaşında ama facialar yüzünden erkenden olgunlaşmışlar. İzak’ın annesi ölmüş, babası Abraham terzilikle uğraşıyor, kardeşlerinden biri felsefe eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış, diğeri çok ünlü bir şarkıcı, bunları anlatırken Ester’in arkadaşı Janek geliyor, kızı alıp götürüyor. İzak en başta Janek’i rakip olarak görüyor ama çocukla yakınlık kurduğunda öğreniyor ki Ester’in abisi ve Janek yakın arkadaşlar, abi öldürüldükten sonra Janek kendini Ester’den sorumluymuş gibi hissediyor, bu sorumluluğu İzak’a anlatıyor ve ondan kızı üzmemesini istiyor. İlişkileri böyle başlıyor, Almanlarla mücadelelerini takip ederken her bölümde ailenin bir diğer üyesinin macerası başlıyor, aynı kalıpla: “— Karım bir kız doğurdu, İna’yı dünyaya getirdi, dedi Abraham Lipman.” (s. 14) Oğullarını anlatırken oğlan doğuruyor kadın haliyle, anlatıdaki en önemli rolü bu, çocuklarının başına gelen felaketleri görecek kadar yaşayamıyor. Her karakter kendi sesiyle anlatıyor bu bölümleri, farklı sesler duyabiliyoruz, Meras herkesi aynı anlatıcıya sokmayarak iyi bir kurmaca başarısı göstermiş. İna ailenin en meşhuru, insanlar onu dinliyorlar, alkışlıyorlar, Alman işgali başlayınca bu kez gettoda tiyatro yapmaya çalışan tayfasıyla birlikte didinip duruyor. Oynayacakları bir oyunun metnini almak için gettodan çıkması lazım, kendisini tanıyan Alman askerlerinden birinin müsaadesiyle kirişi kırıyor, metni alıp dönerken kapıda Schoger’e yakalanıyor. Ceketine sakladığı oyunu birilerine verebiliyor neyse ki, kendi yaşamından çok sanatsal uğraşların sürmesini önemsiyor. Metnin finalinde olduğu gibi her bölümün sonunda da kesin bir olayla bitmiyor karakterlerin hikâyeleri, yoruma açık sonlar ağırlıkta. Bir tek Riva Lipman’ın hikâyesi kesin olarak noktalanıyor, direniş örgütünden daha önce tanımadığı bir adamla kırsaldaki bir evde kapana kısılıyor, Alman askerleri evi kuşatırlarken savaşmayı sürdürseler de cephaneleri tükenince geriye yapacak bir şey kalmıyor. Ölmeden önce birbirlerini sevdiklerini söylüyorlar, ölümle yüz yüze kaldıkları o kısacık sürede yaşam enerjileri mühürlüyor onları. Bölümlerde daha küçük hikâyeler de mevcut, örneğin Riva’nın laf arasında ölüm haberini verdiği bir işgal askeri -işbirlikçiler de çok, yerli bir asker bu- birlikte savaştığı adamın kardeşi çıkıyor, savaşın ortaya serdiği böyle çok trajedi var.
Sıranın on üçüncü hamlede olduğu bölümde İzak kendi hikâyesini anlatmaya devam ediyor, Ester’e çiçek vermek istiyor ama gettoda çiçek yok, kaçak yollarla dışarı çıkıp toplasa da girişte hep Schoger’e yakalanıyor, kırbaç yiyor, ertesi gün yine aynı şey. Bu sırada diğer mahkumlar direnişi örgütlüyorlar, içeri silah ve silah parçaları sokmaya çalıştıkları için diken üstündeler, bu on yedi yaşındaki zeki ama aptal oğlanın çiçek sevdası yüzünden başlarının belaya gireceğinden, planlarının yatacağından korkuyorlar. En sonunda hepsi birer tane papatya topluyor, içeri girdikten sonra birer birer İzak’a veriyorlar, İzak demeti götürüp Ester’e veriyor. Yani bu saçmalığın bitmesi için uğraşsalar da yine de duygulandırıcı bir şey. Üç düzlem ortaya çıkıyor böylece, oyun süreci ve aile bireylerinin hikâyelerinin yanında İzak kendi hikâyesini anlatıyor, en sonunda hepsi birleşip oyuna yol açan meseleyi ortaya çıkarıyor. Schoger bütün katakullilerden sıkılıp ağır bir karar alıyor, gettodaki bütün küçük çocuklar ailelerinden koparılıp uzaklara gönderilecek. Abraham gettonun sözcüsü olarak Schoger’le konuşuyor ama adamı kararından vazgeçiremiyor. En sonunda Schoger teklifini sunuyor, nam yapmış bir satranç oyuncusu olan İzak’la tek bir oyun oynayacak, eğer İzak kazanırsa çocuklar götürülmeyecek, İzak vurulacak. Kaybederse çocuklar öldürülecek ama İzak yaşayacak. Oyunun berabere bitmesi durumunda her şey olduğu gibi sürecek. En başta bu anlaşmadan haberimiz olmadığı için bir yere kadar sadece basit bir oyun olarak gördüğümüz maç korkunç bir mücadeleye dönüşüyor. Abraham’ın anlaşmayı kabul etmesiyle çekmeye başladığı vicdan azabını İzak dindiriyor, maça çıkacağını ve berabere kalacağını söylüyor. İnce bir nokta bu, “pat yapmak” satrançta oldukça zordur, özellikle karşınızda iyi bir oyuncu varsa ki Schoger’in kendisi gibi satranç düşkünü beş subayla aynı anda oynayıp hepsini tokatladığını bölümlerden birinde görüyoruz, dolayısıyla İzak’ın işi çok zor. Yani normalde taşlar sırayla eksilir, en sonunda oyun kilitlenme noktasına gelir, mevzu zugzwang tehlikesinden uzaktaysa pat artık doğa kanunu haline falan gelir ama yüz çocuğun yaşamı da söz konusu, Schoger de sıkıştırıyor iyice, İzak en sonunda kritik kararını veriyor ve oyun berabere bitmiyor sonuçta. Gettonun orta yerinde yapılan maç bitince kalabalık Schoger’in etrafındaki halkayı daraltıyor, bu sırada metnin başında yer alan birkaç cümleyle, Ester’in güzelliğinin anlatıldığı sözlerle sonlanıyor hikâye.
Çok iyi bir kurgu, benzer bir meseleyi ele alan Lüneburg Varyantı‘yla kıyaslayınca anlatım tekniklerini en az Maurensig’in metni kadar başarılı buldum ama Maurensig satrancın doğasına daha çok eğilen bir anlatı kuruyor, mücadeleler daha yoğun, hikâye anlatımından çok oyunun doğasıyla Nazi psikolojisi arasındaki ilişkiye odaklanıyor, bir de maçlar yapılırken yaşananlar çok daha gerici, dehşete düşürücü. Favorim hâlâ Lüneburg Varyantı, bunun yanında Meras’ın metni de mutlaka okunması gereken başarılı bir eser. Tavsiye ediyorum, satranç düşkünleri özellikle okumalı.
Cevap yaz