Yavuz Ekinci – Günün Birinde

Ben bir Batılı embesil olarak anladım, hani bu kadar açık anlatılmasaydı belki anlayamazdım, bu yüzden yazara milyon kere teşekkür ederim. Nikelaj parlaklığında bir anlatım dili, aynı parlaklıkla konuşan köylüler, halk hikâyesi değil de masal formunda bir tarihî plan. Tertemiz. Hijyenik. Öyle toz toprak, yerellik falan, mekan olarak köy yeter, dağdan gelen tehlikenin varlığı da yeter, adı konulamayan dehşet -kıps kıps- alenen verilseydi iyi olurdu çünkü o kadar zeki olmayabiliriz ya, hani gözden kaçabilir. Ben kaçırmadım, kafam o kadarına bastı. Epigrafta kutsal metinlerden alıntı, sonda Godot’dan bir name, tamamdır, katı ve belirsiz geçmişten iki el olmasa yine anlaşılmayacaktı mevzu. Kısacası yarıda bırakmayı becermem gerekiyor kitapları, bir şeylere denk gelirim de zamanım heba olmaz diye çarçur ediyorum zamanı, ittire kaktıra olmuyor. Ekinci bu romanında bir masal görünümlü bir hikâyenin üstüne yok oluşu bekleyen köyün insanlarını dikiyor, bu. Sondaki alıntının anlamını kendi metniyle aktarmaya zerre tenezzül etmiyor, insanlarını deli danalar gibi koşturuyor, hep aynı tepkileri ünletiyor, tiyatroda oyun izler gibi izliyoruz ama maksat bu da değil, yapı bambaşka bir mesaj taşıyor çünkü. Dediğim gibi, embesillere Doğu dersi. Sinirliyim biraz, muazzam örnekler varken bu neçe üfürme, mesela Remzi İnanç’ın Şey..‘deki öyküsünü elimde olsa dağa taşa asabilsem. Askerlerin basıp yaktığı en köy bu öyküdedir, iki çocuğun sondaki davranışları aşırı dramatik olsa da cüreti geçtim, anlatım derstir adeta. Neyse, Ekinci’nin metninin en okunabilir kısımları başı ve sonu, zaten aynı sahnenin parçaları. Kanatlarını açmış bir kartal Amar Dağı’nın üzerinden geçerek At Kafası Kayalığı’na “düşer”, hani Kürtçede sözcüğün anlamı farklıysa bilemiyorum ama yükseklerden düşen bir kuşun en azından bir süre tehlike yaratmayacağını umarız da bu kartal dayanıklıdır, ağaçlardaki sincaplara musallat olur. O sıra iki kaplumbağa ilerlemektedir yerde, küçük olan öne atılarak “kaçmaya çalışan önündeki” kaplumbağaya toslar ikide bir, yani öne atılarak arkasındaki kaplumbağaya toslamaya çalışmamaktadır, süper bilgi. Öndeki kaplumbağanın kaçmaya çalışması önemlidir, önemli herhalde, iki üç cümlede bir kaçmaya çalıştığı, kaçtığı söylendiğine göre. Doğa yani, deviniyor, hayvanlar hareket ediyor, ağaçlar duruyor öyle, tasvirler, bir şeyler, köye doğru yaklaşıyoruz bu sıra. Ot biçen bir adam var, Mirza otların üzerine sırtüstü uzanmış, çocuklar top oynuyorlar, kalede topal Resul, Azad var, İlyas var, gol atınca sevinç çığlıkları, yaşamdan bir kesit. Karakter kadrosu şöyle bir gösteriliyor bu bölümde, adamın teki “fakir fukara yak bir cugara” tekerlemesini söyleyip bir sigara yakıyor, gerçekten. Çocuklar televizyon izliyorlar, kovboyun teki Kızılderilileri öldürüyor -kıps- ve karanlığa karışıyor elektrikler gittiği için. Herkesi anlatmayacağım, dağdan koşarak gelen adam bölüme noktayı koyuyor, kasabaya bir yabancı geldiği için esas hikâyenin başladığını düşünüyoruz ama masal başlıyor bir sonraki bölümde, iyi. “Masal… Masalım ne zaman başladı? Tanrı’nın ol dediği birinci gün mü? Ya Havva’nın yasak elmayı yiyip Âdem’le cennetten kovuldukları gün mü? Ya da uzak diyarlardan gelen askerlerin dağlılar tarafından pusuya düşürülüp birer koyun gibi boğazlandığı gün mü? Ya da tüm zamanların yenilmez komutanı Büyük İskender’in Amar Dağı’nın eteğine kadar gelip bu dağları aşamayacağını anlayınca geri çekildiği gün mü?” (s. 34) Muhammed gelmiş aşamamış, Zerdüşt gelmiş de çıkmış tepeye, aşağıda dinleyenlere sallayıp sallayıp gitmiş, acayip antik bir yer yani, söylenceler falan kuşatmış, mitler doğup ölmüş orada, ilk insanın bakışları oralara da düşmüş derken şu bataktan çıkalım artık, “Ol!” dendiği zaman olan ilk yermiş burası filan, yeter. Bu dağı aşıp Cevizler Vadisi’ni almak isteyen çok fatih gelmiş oralara, şaplağı yiyip uzamışlar. Orası da fantastik bir yer, cinler mi basmış artık, umacılar mı peydah olmuş ne, giren çıkamıyormuş, çıkan onmuyormuş, ağaçların yaprakları o kadar kalınmış ki gün ışığı tepede biraz dolanıp yoluna gidiyormuş. Bu sonuncusuna benzer birkaç eğretileme hoş da zahmetine değmiyor bulmak. İşte, masalı Samiralı Sara anlatmış, oğlu Celo da Şahmeran derisine yazmış, finalde sandıktan çıkarılan bohçadaki malzeme bu. Bir şekil var ki muazzam: Sara mermer lahdi Termessoslu Markus Konstantinos Kavafis’e yaptırmış, lahdin kurşunla kapatılıp mühürlenmesini istiyor, lahdine ve masalına kim zarar verirse Şahmeran’ın yılanlarının ona ilelebet musallat olmasını diliyor. Yani bunca tatavadan sonra gelen ne, dandik bir masal. Ayrıca bu insanlar, masalda anlatılanlar iki nesil öncesinin insanları, bizim top oynayan çocukların büyükannesiyle büyükbabaları, televizyondan bahsedildiğine göre 1900’lerin başında yaşasınlar haydi, e zamanı bu kadar yakın tutarsan Larismoslu Ksedos Mitamantis falan, Şahmeran’ın derisi, bilmem ne, müthiş tırt bir hale geliyor ki masalda ne Şahmeran’dan bahsediyorsun, ne mistik bir hava yaratmayı becerebiliyorsun, en fazla atlara kişneyen, atlarla kişneşerek anlaşan bir kadın koyuyorsun ortaya. Olmuyor yani, ortada mirler dolanıp sultanlar gibi kasılıyorlar, ferman ferman konuşuyorlar da bildiğimiz Kürt ağaları bunlar, onca poz neden kesiliyor anlamak mümkün değil. Anlatının uzamı yanlış yerleştirilmiş, tutmuyor. Masal bir atla ilgili, özetleyeceğim, öyle bir at doğuyor ki dünya şahanesi, bunu kaçıran kaçırana. Mirler, beyler, seyisler girip çıkıyor hikâyeye, mekanlar değişiyor, birileri birilerine âşık oluyor, en sonunda Sara’yla Amar kaçıyorlar, Cevizli Vadi’ye geliyorlar, kaçmalarına yardım eden papaz orada yaşamalarını, çoğalmalarını söyleyip gidiyor. Göndermeler de kötü, göndermeye ne gerek varsa. Aşırılıklar çok klişe, bir beyimiz kızıyla ilgili mevzuya dahil olanlara ziyafet veriyor, alayını öldürtüyor sonra. Meh.

Köyün tarihi masaldan çıktı, sona varalım. Karakterlerin geçmişlerinde bir iki doğaüstü olay var, birkaç ilginç hikâyecik doğuyor onlardan, yerellik namına bir bunlardan bahsedebiliriz. Eyüp’ü anayım, bir türlü ölemediği ve ölemediği öldüresiye anlatıldığı için bahse değer. Eyüp nam kişi yaşlı bir adamdır, yatalaktır, sırtında göz göz yaralarıyla yaşamaya çalışmaktadır çünkü ölümden korkmaktadır. Destansı bir hayat yaşamıştır, ne ki altına sıçar hale gelmiştir, çocukları ve torunları temizliğe yardım etmedikleri için bulunduğu oda fena kokmaktadır. Gelini Havva ve eşi Peyruze temizler bir, ne varsa yine kadınlarda vardır. Havva ve eşi dağdan gelen terör köye ulaşmadan önce sevişirler, sonra abdest almaya çalışırlar çünkü cünüp cünüp ölmek istemezler. Ölümden önce son eylem seks, müthiş. Narkoleptiğe benzeyen bir amca var metinde, kriz geçirip durur, dağdan gelenlere lanetler eder. Çocuklar her şeyin yakılacağını bildiklerinden oyuncaklarını alıp bir mağaraya gömerler, televizyonla birlikte. Son eylemler sıralanır, sonra o kartaldır, sincaptır, alayının küle döndüğü bir tasvirle daha cebelleşiriz, nihayete ereriz. Ha, bu karakterlerin ayrı ayrı bölümlerde anlatıcı rolüne bürünmeleri ilginçtir, birinin bıraktığı yerden diğeri almaktadır sanki, en ufak bir fark görülmez anlatım biçimlerinde, çocuk da yaşlı da aynı şekilde anlatır.

Dört beş kitabını almıştım Ekinci’nin, umarım diğer kitapları da bunun gibi değildir. Spektaküler bir alıntıyla bitirmek isterim, tam bir trajedi gerçekten: “Kasım bir an durdu, gözlerini oğlunun gözlerine çevirip ‘Evet Cemal, gelecekler! Bu civarda yakılmayan köy mü kaldı? Ateşe verilmeyen tek köy burası. Sadece burası kaldı. Gelecekler ve taş üstünde taş bırakmayacaklar. Köyü, evleri, dağı ateşe verecekler’ dedi.” (s. 94) Bu nedir gözünü seveyim ya.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!