Humberto R. Maturana & Francisco G. Varela – Bilgi Ağacı: İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri

Paradigmayı değiştiriyorlar: “dışarıdaki” dünyanın temsili olarak değil, yaşama sürecinin kendisi aracılığıyla dünyanın sürekli bir şekilde meydana getirilmesi olarak “bilme”. Üst üste inşa ettikleri kavramlarla sıkı bir ağ, kaynak Maturana’nın 1960’lardan itibaren canlı sistemlerini çevreyle ilişkileri çerçevesinde değil de onları gerçekleştiren süreçler çerçevesinde tasarlamaya çalışması. İkili 1970’lerin başında ilk kitaplarını çıkardıktan sonra hayatla zihni yeni bir sentez halinde ortaya koyan bu metni 1980’de yayımlamışlar, 1973’te Şili’nin başına gelenler yüzünden çalışmaları aksamışsa da araştırmalarını sürdürmüşler. Demokrasi krizleri, darbeler, yani bilimin seyri konusunda da önemli bir metin koymuşlar ortaya zira acı çeken toplumların, toplumları oluşturan insanların, giderek tüm canlıların biyolojik temelleriyle ilgili indirgenmemiş, yalıtılmamış, çoğulcu bir okumaya gidiyorlar, ayrıca toplulukların oluşma biçimlerini incelerlerken özgeciliğe başat bir rol veriyorlar. Freire geliyor aklıma ister istemez, öğretmenle öğrenci arasındaki ilişkiyi incelerken herhangi bir hiyerarşik yapıya karşı çıkar, “ona” yerine “onunla” mantığını öne çıkarır, hani bambaşka alanlarla ilgili çalışsalar da Maturana ve Varela’nın özlemini çektiklerini söyledikleri sosyal bilimler paradigmasının temsilcisidir Freire, bu ikilinin bilimsel bakışını paylaşır. Özellikle şu paragraf kesişim noktası: “Acaba burada ve dünyanın diğer yerlerinde, uyumlu ve istikrarlı bir toplumsal gelişmenin gerçekleşmesini engelleyen büyük zorlukları insanlığın kendi doğasını bilmemesine bağlayabilir miyiz? Başka bir deyişle, acaba bunca değişik ortamda, çevresel şartlarda yaşamayı becerişimiz, birbirimizle yaşamayı becerememek yüzünden çöküp beyhude mi olacak? Yeryüzünün her yerini (hatta uzayı) fetheden insanlık, kendi kendisini fethetmeyi beceremediği, kendi doğasını anlayıp buna göre davranmadığı için sonuna gelmiş, uygarlığımız gerçekten yok olma tehlikesi altına girmiş olabilir mi?” (s. 16) İnsanın kendi doğasının “fethi” bu metnin özelinde yaşamı paylaşma pratiğinin bildiğimiz anlamda yaşamı var kılmasına eriyor, yani yaşamın ortaya çıkışından itibaren bir tür organizasyon, çoklukların uyumu söz konusu. “Doğal biyolojik özgeciliğimiz” ve “bilinçli düşüncemiz sayesinde sahip olduğumuz, dünyamızı değiştirme yolundaki muazzam kudretimiz” herkesin kendi hakikatine sahip olmasıyla görünmez kılınıyor, oysa insan olmak toplumsal yaşamla mümkün. Belirlenmiş, siyaset ve ekonomiyle oluşturulmuş bir topluluk değil mevzu, hücreselden toplumsala iletişimin en başından beri sürmesinden biyolojik temel kurulurken sıklıkla bahsedilecek. “Üzücü olan şu ki toplumlarımızın mevcut koşulları bu doğal biyolojik özgeciliğin gerçekleşmesini baltalıyor; doğal itkilerimizden, iletişim ihtiyacımızdan, ortak bir kültürel ortama aidiyet istediğimizden filizlenen toplumsal bağlılık gücünü başka insanlara karşı kullanarak toplumsal hayatımızın mahvını getiriyor.” (s. 23) “Kendi içinde doğa”nın bilgisini edinmek nesnel çıkarımlara yol açar elbet, gözlemci olarak özneye doğayı inceleyebileceği bir konum sağlar ama organik süreçten ayrıymış gibi durmak, özneye sırf gözlemci rolü vermek doğru değil zira özbilinç çok daha fazlası, canlıların organizasyonuna doğrudan katılım sağlıyor. Kitapta canlı varlığın, sinir sisteminin ve toplumsal sistemin organizasyonu inceleniyor, böylece yaşam formlarının ortaya çıkışından toplumların oluşumuna dek upuzun bir çizgi on adımda tamamlanıyor. Özetlemeye çalışacağım da götüyle dağları deviren biriyimdir, pat küt girdiğim için çoğu şey eksik kalacak, yine de uğraşayım.

“Bilmeyi Bilmek”: Kesinlik tecrübesinin sorgulanması, başkalarının bilişsel eylemleri karşısında körlük. Renk nesnelerden bize ulaşan ışığın özelliklerinin sonucu değil sadece, sinir sisteminin işleyişiyle de ilgili, “kendi renk dünyamızı yaşamak”la. Etkin bir eylemdir bilmek, dünya yaratır, canlının varlığını o dünyada somutlar.

“Canlıların Organizasyonu”: Eylem bilgiyi oluşturur, bilmenin kökü kişinin canlı varlığında, organizasyonundadır, sadece sinir sistemini inceleyerek ulaşılan biyolojik kökende değildir. Organizasyon bir şeyin var olması için gereken ilişkiler bütünü, kendi kendini var etme mekanizması, etkileşim ağı. Çeperin içinde mümkün, bu çeper organizasyondan ayrı değil, sınırı belirlese de metabolizmanın bir parçası. “Canlıların belirleyici özelliği kendi kendini var eden organizasyon biçimleridir. Yapı itibariyle farklılık gösterirler ama organizasyon bakımından aynıdırlar.” (s. 74) Karmaşık ve esnek yapıdaki proteinler, organik moleküller uygun şartlarda ortaya çıkabilirler, çıkmışlardır. Hayatın başladığı an. Fiziksel değil de biyolojik fenomenolojiyi öne çıkarmış yazarlar, organizasyonun oluşum biçimine bakarak.

“Tarih: Çoğalma ve Kalıtım”: Canlıları tarihsel varlıklar yapan mekanizmalar nelerdir? Çoğalma ve üreme organizasyonlarda kurucu bir özellik taşımaz, bütünü yayar sadece, yapısal dinamiğin bir parçası değildir. Hücre çoğalmasında replikasyon aynılardan çok sayıda üretmek anlamına gelir, tarihsel bir sistem oluşturmaz, kopyalama minicik farkların tarihsel süreçte devasa farklara dönüşebildiği müstesna bir devinim, çoğalmaysa aynı türden iki bütünün oluştuğu bir tür kırılma. Kısacası çoğalma bir soy ve süreklilik ortaya çıkarıyor, bölünme mekanizması. Hücre çoğalması değişimi ve benzerlikleri koruyan bir özelliğe sahip, en bilineni DNA ya da genler.

“Hücre Birliklerinin Yaşamı”: “Bireyoluş bir bütünde organizasyon bozulması yaşanmadan gerçekleşen yapısal değişimlerin tarihidir. Bu süregelen yapısal değişim, bütünde her an gerçekleşir: ya bütünün içinde yaşadığı çevreden gelen etkileşimin tetiklediği bir değişim biçiminde ya da iç dinamiklerin sonucu olarak.” (s. 97) Bir çevrede gerçekleşir bu, etkileşimlerin tekrarlarıyla mümkündür, kendi kendini var eden bütünle onu barındıran çevrenin daimi etkileşimiyle. İncelenen sporun nemli bir yerde kamçı geliştirmesi, kuru yerde cıvık mantara dönüşmesi misal. “Bütün çokhücreli canlılar aynı temanın karmaşık çeşitlemeleridir: hücre oluşumu ve bir soyoluşun meydana getirilmesi. Her çok hücreli birey, hücre değişimleri devam eden bir soyun bireyoluşunda karmaşık bir noktayı temsil eder. Bu bakımdan, çokhücrelilik özünde yeni bir şey getirmez. Çokhücreliliğin yeni olan yönü, pek çok farklı birey türünü mümkün kılmasıdır, çünkü çevredeki soyoluşsal yapısal bağlaşımı muhafaza etmenin farklı yolları olarak pek çok farklı soyu mümkün kılar.” (s. 103) Hücre birliği sistemlerinin birinci dereceden kendi kendini var eden sistemler olup olmadığı sorusunu tartışmaya açık bırakıyorlar araştırmacılar, organizasyonlarında işlemsel kapanıma sahip olduklarını söylüyorlar bir.

“Canlıların Doğal Seyri”: Darwin’e geldik. Canlının yapısı önemli, çevrenin bozulması değil de düzeni bozulan organizma belirliyor değişimi, çevre sadece tetikleyici. Dereceye göre değişim, örneğin tahrip edici etkileşimler varsa nesil tükenir, tahrip edici değişimler varsa organizasyon dönüşümle korunur, adaptasyon gerçekleşir, tabii çevre de organizmayla birlikte evrilir. “Biz burada şunu öne sürüyoruz: Evrim devam eden soyoluşsal seçilim yoluyla meydana gelen bir doğal seyir fenomendir. Bu fenomende ilerle ya da çevreden faydalanmanın en iyi hale gelmesi söz konusu değildir; sadece adaptasyonun korunumu ve kendi kendini var etme hali vardır. Organizma ve çevrenin sürekli bir yapısal bağlaşım halinde bulunduğu bir süreçtir bu.” (s. 132)

“Davranış Alanları”: Organik varlığımızla davranışlarımız arasındaki ilişki. Kurbağalar ve “kurt kızlar” üzerinde yapılan deneyler gösteriyor ki çevreyle etkileşimler sinir sisteminin yapısal dönüşümünü sağlıyor. Bir kurbağada gözlemcinin özelliklerinden farklı olarak yön verisinin olmadığı, kurbağanın retinasının uyarılmasına bağlı kas kasılmaları arasında iç bağıntı olduğu ortaya çıkarılmış, ormanda kurtlarla büyüyen iki kız kardeşten biri bulunduktan kısa süre sonra ölmüş de diğeri birkaç kelime haricinde konuşamamış, strese kapıldığında dört ayak üzerinde kaçma tepkisi göstermiş, bunların işaret ettiği: sinir sistemi popüler ve güncel görüşün iddia ettiği gibi çevreden bilgi toplama aracı değil sadece, çevreyle birlikte var olabilen bir yapı, kaosla belirlenimin arasında gidip gelen bir sarkaç. “Yani, canlıların davranışı sinir sisteminin bir ürünü değildir, sadece sinir sistemiyle bağlantılı değildir çünkü gözlemci kendi ortamı içindeki hangi hayvana baksa davranış görecektir. Sinir sisteminin yaptığı, organizmaya çok yönlü ve esnek bir yapı sunarak olanaklı davranışlar alanını genişletmektir.” (s. 150)

“Sinir Sistemi ve Bilme”: Nöronlar hücre grupları arasında pek çok farklı biçimde bağlaşım kurulmasını sağlar, elektrik alışverişinin dışında sinir uçlarında farklılaşmayı, değişimi tetikler. Türleri vardır, kasların hücreleriyle özel bir biçimde bağlantı kurarlar örneğin, duyusal ve motor yüzeylerin bağlaşımının aracısıdır. “Her bilme sürecinin bir bütün olarak organizmaya ve organizmanın sinir sisteminin işlemsel kapanımına bağlı olduğunu açık biçimde görmeye başlıyoruz; dolayısıyla bilmek, sinir sisteminin içinde var olduğu yapısal bağlaşım alanlarındaki duyusal-efektör bağıntıları aracılığıyla eylemektir.” (s. 172) Yapısı esnektir sinir sisteminin, kasın kullanımıyla birlikte değişir hatta “hayalet uzuv” olgusunda rölantiye girdiğini de görebiliriz, sonuçta dile ve özbilince yol açan yapı sinir sistemidir. Diyorum ve burada bırakıyorum, sonrasında sinir sistemleri arasında iletişimin olanaklı hale gelmesi, dil, kültür geliyor, topluma varınca da birbirimize ne kadar çok şey borçlu olduğumuzu anlayıp değişiyoruz. Umarım. Sonuçta canavar gibi aydınlandık, bu muazzam metinle insan oluşumuzun aşamalarını gördük.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!