Halil İbrahim Özcan – Renklere Son Veda Tarlabaşı

Pangaltı’ya yürüyerek gideyim de on yıldır dibinde çalıştığım yeri göreyim diye zikzaklar çizerek indim oradan, maşallah deyin şu semte. Ağır Roman ve Eşkıya işte, pek az şey değişmiş. Metruk binalar, kısmen yıkık, çamaşırlar camdan cama, rengârenk. Kentsel dönüşümle canına okunuyor şimdi. Gerçi canını ne belirliyor, mahalleli. Akşam vaktiydi, sokakta pek kimse yoktu, dolananlar da muhabbet ediyorlardı. Telefon gider diye korkmadım değil ama o kadar korkmadım, yirmi yıl önce korkardım. Şimdi niye korkmadım, Özcan “soylulaştırma” projesi diyor da çok daha iyi çevrilebilir o kavram, yani nezih bir semt olur mu olmaz mı bilmem fakat bir şey oluyor, havası değişiyor oraların. Azıcık gördüğümle bunu diyorum, Özcan yıllardır o semtte yaşıyor, neler neler anlatıyor. Gece oluyor diyelim, sokakta bir şemmame patlıyor, diğer yanda Karadeniz türküleri, başka sokakta Romanların eğlenceleri. Bu metin de Tarlabaşı gibi karmakarışık, ulanık anlatı parçalarından oluşuyor, sokağın eğlencesinden hatıralara geçiveriyoruz. Güneş doğuyor, oda aydınlanıyor, Özcan kendini Issık Gölü’nün yanında arkadaşı Andre’yle buluveriyor. Öyle bir doğuyor ki güneş, Özcan şaşırıyor, güneşe yüzünü dönmüş adamı görünce arkadaşına soruyor. Şaman mı ne, Kırgız Türklerinden, günün ilk ibadeti sırasında dingin. “Şimdi de ben o adamdan binlerce kilometre uzaklıkta Tarlabaşı’nda sabahın ilk ışıklarında güneşe karşı ayağa kalkmış ve sabahı karşılıyordum.” (s. 12) İslamiyet yayılıyormuş, yine de ata dininden kopmayan çokmuş, bir damla Gök Tengri’ye, bir damla Yer Tengri’ye, bir damla da ataların ruhu için döküyor Kırgız, Özcan’sa yazdığı son şiiri camı açıp martılara okuyor. “Çatılara Alkış”. Sokaklara ses atmak, asırlık kılıçların tepede sallanması, uykulu ve güneşli gün. Çan sesiyle uyananlara selam o an, Süryani kilisesinin zangocu genç biri. Halil geçiyor sokaktan, İstiklal’in ünlülerinden, selpak satıyor. Evinin nüfusu bir azaldı, kim bilir kaçtan, belki yirmi kişi yaşıyor küçücük bir evde. Halil’in babası koruculuk yaparmış, devletle birlikte çevre de baskı yapınca kaçmış İstanbul’a, çocuklarla dolacak evlere. Özcan merak edermiş içerideki hayatları, kaç hayatı, 17 Ağustos’ta gecenin körü bütün evler boşalınca anlamış ne kadar kalabalık bir muhitte yaşadığını. Yirmi otuz kişi çığlık çığlığa fırlıyor bir evden, sokaklar doluyor. Nasıl yaşıyorlar, midye dolma veya pilav satarak, el arabalarıyla sokak sokak dolanarak, suç örgütleri için tehlikeye atılarak. Bu çocukların kaderleri hâlâ aynı, Muhammet’ten biliyorum. Anlattım belki, bıçkının tekiydi ama saygıda kusur etmezdi. Dört yıl okudu, birkaç dersini sorumluluğa bıraktı, sonra motosikletle bastığı mekânı tarayarak iki kişiyi öldürdü. Dersimi yarım kulak dinlerdi, şimdi sorumluluk sınavını hapishaneye gönderiyorum çünkü bu okuldan mezun olmak istiyor, kaydını aldırmıyor hapishanenin dibindeki okula. Belki aldıramıyor, prosedürü bilmiyorum ama anlattıklarımın onda birini hatırlasa geçer dersten. Babası gariban bir adamdı, annesi suskun. Tarlabaşı biraz daha sessizse Muhammet yok diye, megafon dilliydi.

Sakızağacı Sokak’ta oturmuş Özcan, 1913’te inşa edilmiş bir apartmanda. Beyaz Ruslar yerleşmişler önce, zanaat öğrenmişler, onlar gidince diğerleri gelmiş: bodrumun hemen yanında, odunlukların olduğu yere açılan kapı Jiyan’ın evinin sokak kapısı. Yetmiş yaşlarında, ufak tefek bir ihtiyar, yirmi yıldır Tarlabaşı Bulvarı’nın karşısına geçip İstiklal’e çıkmamış. Hiçbir yerde kaydı yok, köpeğiyle öyle yaşayan öyle bir adam. Birinci katta İranlı bir genç bir kız yaşıyormuş, başlarda çekingenmiş ama Özcan’la selamlaşmaya başlayınca yemek de gönderir olmuş ara sıra. Boş kaplara baklava koymuş Özcan, götürmüş, içeriden Farsça konuşmalar geliyormuş. Durak gibi bir şey, Türkiye’ye gelenler bir süre o evde kalıp göçüyorlarmış muhtemelen. Birkaç gün sonra kapıda karşılaşmışlar, kız yakında Kanada’ya gideceğini söylemiş. Humeyni rejiminde yaşayamayanların gittikleri yer, özgürlük. İkinci katta yaşlı bir karı koca, çocukları geliyor arada. Kadın mahallede terör estirirmiş, nezaketsizlere nezaket dersleri verirken küfrü basarmış. İstanbul’da şehrin kurallarına uyulacak, uymayanların çekeceği var bu kadının elinden. Ulusal günlerde kapıya Türk bayrağı asar, asmayana ağzına geleni söylermiş, ağzından güzel bir şey çıktığına dair hiçbir şey yok. “O bunları söylerken mahalleye ilk taşındığım günleri hatırlamaya başladım. Pencereden pencereye asılan çamaşırlar yoktu o zamanlar. Dışarıdan mahalleye gelenleri ilk cezbeden şey, sokakta karşıdan karşıya balkonların bir yerlerine tutturulmuş makaralar içinden geçirilen iplerle asılan salkım saçak çamaşırlardı. Aşağıdan yürürken güneşli havada üstünüze damlalar düşerdi. Dışarıdan baktığımda sanki renkli çiçek bahçesi gibi gelirdi bana. Mahallenin eski  sakinler bu durumu kınarlar ve sonradan gelip yerleşen Kürt kökenli yurttaşları küçümserlerdi bu durumdan dolayı.” (s. 22) Bir üst katta yaşlı bir adam tek başına yaşıyor, beyefendi biri, Mason olduğu biliniyor. Bir zamanlar oldukça zenginmiş, sonra ne olmuşsa olmuş. Özcan bir gün yemeğe davet etmiş adamı, evdeki kitapları, bilgisayarı görünce merak etmiş adam, yazıp yazmadığını sormuş Özcan’a. Kendisi de yazmış zamanında, Varlık‘ta öyküleri çıkmış, arkadaşlarıyla sürekli okuyup yazarlarmış yıllar önce. Birkaç gün geçmiş, adam elinde koca bir çantayla gelmiş, bir dünya kitapla. Üstün Esador, öykülerini bulmak için dergileri taramak lazım. Adını yazdım bir kenara, zamanımın olduğu zaman, zaman zaman bakacağım, bu adamın öykülerini yaşatmak isterim. Özcan ne yapmış, Antakya’ya gidip gelince Esador’un kapısını çalmış ama kötü haber, adam kansere yakalanınca uzaklardaki kız kardeşi gelip götürmüş. Rizeliler oturuyormuş onun üst katında, tipik aile. Özcan’ın oturduğu katın bir kat altında Mardin Süryanileri oturuyormuş, ailenin kızı Süryani kilisesinde çalışıyor da Özcan’ın iddia ettiği gibi çanı o çalmıyordur herhalde, zangoç başkadır. Çana göre değişir gerçi, hayvan gibi değilse kız da çekebilir ipini, zincirini, çanın her neyiyse onu. Darmadağın bir aile, Almanya’ya göçmüşler, bir kısmı İsanbul’da kalmış. Avrupa’ya gitmek için para biriktirenler, hiç gidemeyecek olanlar oralarda kalıyorlar. Başta Cihangir’e taşınmışlar, orası “soylulaşınca” istikamet Tarlabaşı. Afrikalılar çok, genelde birlikte takılıyorlar ki sabahın köründe okulu açıp kapı önünde kahvemi içerken gelip geçtiklerini görürüm. İkili, en fazla üçlü gruplar halinde yürürler, pek konuşmazlar, sessiz sedasız yürürler. İşlerine veya evlerine gidiyorlar, Kasımpaşa’nın merdivenlerinden aşağı veya Pera’ya. Çocuklar geliyorlar Tarlabaşı’ndan, bıçaklarını getiriyorlar bazen, yakaladığımızda aileleri bezgin bezgin geliyor. Hasımları varmış, öyle diyorlar. Kıstırıyorlarmış mahallede, belli bir sokağı geçtikten sonra ceplerindeki bıçağı bırakıyorlarmış, her an açacak gibi tutmuyorlarmış. Nasıl bir hayat. Bazen çağırıyorlar, sokakları gezdirmeyi teklif ediyorlar da gitmiyorum. Niye gitmiyorsam. Korkuyorum, penceresiz evde yaşayanı gördükten sonra. Tarlabaşı’nın rengi kara aslında, öyle bir yokluk görülmemiştir. Yeryüzü sofrası kuruluyor, evet, dayanışma dört dörtlük, evet ama yetmiyor, yoksullaştırılan sayısız insan. Sirenler duyuluyor bazen, ortalıkta in cin top oynamaya başlıyor, sesler uzaklaşınca mahalle kendi şamatasına devam ediyor. Mamaları da meşhur, bir dönem acayip iş yapmışlar hatta Endonezya reisicumhuru muydu, biri buradaki bir kadınla “görüşmüş” de hastalık kapınca içeri almışlar kadını, 27 Mayıs zamanları. Ne garip hikâyeler var orada, çocuklar anlatıyorlar bazen. Toplumcu gerçekçi olsaydım yüz iki kitaplık öykü çıkardı. Özcan kendi öykülerini anlatıyor biraz, yetiyor. PEN bilmem neyiyken Suriye’den mühim misafirler gelmiş, evinde ağırlayacakmış Özcan, mahalleye girdiklerinde etraflarının yavaş yavaş sarıldığını görmüş ama abilerle konuşmuş çoktan, etrafı çevirenlerin de etrafı çevrilince çözülmüş mevzu. Tarlabaşı, her şey olur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!