Bilgili’nin yaşamı hakkında bir şurada bilgi var. Birkaç öykü, Romain Gary’den bir çeviri, Bilgili’nin yayımlamakla ilişiği bu kadar. İçi mi duruldu, eli gitmez mi oldu? Edebi ömrü altı güzel öykü, tekrar tekrar okumalık. Geçen zamana dair öyküler, bir şeyleri yitirmeye. Son öykünün bir bölümü öykülerinin tamamı için izlek niteliği taşıyor: “Zaman başka biçimler verecekti ondan kalanlara. Giderek bulanacaktı belleğindeki çizgiler.” (s. 130) Değiştiğini bildiği halde malum çizgileri yakalamaya çalışan karakterlerin sokak sokak gezip bir şeyleri aradıklarını, bulamadıklarını, yılgınlıkla yeni çizgiler yarattıklarını görürüz, belleğin çalışma biçimi her öyküde değişir. Nesnelerin tarihi karakterlerin tarihi haline gelir, yıllar önce yürünmüş sokaklar değişmiştir, dükkânlar ve evlerin sakinleri değişmiştir ama karakterler silik anıları canlandırmak için değişimleri görmezden gelmeye çalışırlar, çocukluğun sabahlarında doğan duygular tozlar içindedir, belli belirsiz anımsanır. Bilgili karakterlerin kayıplarını dramatize etmez, oyun hemen hiç oynamaz, klasik anlatının sınırları içinde karakterlere kaybettiklerini aratır, genellikle kalptir bu kayıp. Daha hassas, ince olmanın imkânı derinlerde bir yerde kalmıştır, arayıp bulmak için uğraşsalar da nafile, gömü bulunamaz. “Hacı Manav Sokağı”na bakalım, istasyon faslıyla açılır, anlatıcı tren biletini istasyon memuruna uzatır, yanındaki kadının sorumluluğundadır, anneye hesap vermemek için uslu durur çocuk. Çocuktur anlatıcı, dili öykü boyunca hiç değişmediği için yetişkinliğini çocukluğuna taşıdığı, anılarını tekrar kurguladığı söylenebilir. Trenden iniş, meyhaneler. Anason kokularının arasından başları eğik geçerler, demlenenler onlardan yana bakmazlarsa da ne olacağı belli olmaz. Ara ara onca yıl sonra neden Samatya’yı, istasyonu hatırladığını kendi kendine sorar anlatıcı, başları örtülü kadınları, Matmazel Teyze’yi, semtin bütün renklerini, her şeyi anımsar. “Nice yıl sonra neden Samatya tren istasyonu? Samatya’ydı istasyonun adı. Şimdi Kocamustafapaşa olmuş.” (s. 9) Jaklin Çelik’in Samatya’sı kadar cıvıl cıvıl değilse de hüznü benzer, isimlerin yerine başka isimlerin gelmesi mekânın semantik anlamını da yok eder adeta, geriye pek bir şey kalmamıştır. Anlatıcı neden hatırlar, narkozun etkisi geçmektedir çünkü. Hastanededir, birkaç kişiyle birlikte aynı odada iyileşmeyi bekler. Saliha Teyze’nin şefkatiyle, dostluğuyla iyi hisseder, diğer yandan geçmişi eşelemeye devam eder, kilit açılmıştır bir kere. İki çizgide sürer anlatı, bir yandan Saliha Teyze’nin kimsesi olmadığından hastanede kaldığını, hastalarla birlikte vakit geçirmekten hoşlandığını öğreniriz, tabii iki kadın arasındaki samimi muhabbetin arasında deresinde bir iki beylik lafla karşılaşınca yüzümüzü ekşitiriz ama olsun, o kadar olur deyip devam ederiz. Kanserli kadın ölür, canlar sıkılır, yasak olmasına rağmen sigaralar yakılınca sessizlik yayılır, geçmişin özlemiyle Saliha Teyze bir şekilde birleşir. İkinci çizgide anlatıcı çocukluğunun sokaklarına döner, Eftalya’yı bulmaya çalışır. Değişimle baş edemeyeceğini hissedince ay çöreği alır pastaneden, çay da koyarlar belki, birlikte eski günleri anarlar. O esnaf bilmez, bu adamın hiçbir şeyden haberi yoktur, arayış umutsuzluğu çağırır. 6-7 Eylül sonrasında pek kimse kalmamıştır oralarda, anlatıcı beyhude yere uğraştığını anladığı an söyleyecek sözü kalmaz, öykü sona erer.
“Sevgi Hiç Bitmesin” kurgusuyla da hoş bir öykü, Bilgili’nin karakterlerde bıraktığı boşlukları başta keyfimizce doldururuz, yapı ortaya çıkınca başladığımız yerle geldiğimiz yer arasındaki mesafeyi görürüz, etkileyicidir. Modiano’nun yarattığı belirsizlik ortamı bu öykülerde de azıcık vardır, belirsizlik iyidir, belirsizlik hoştur, hesaplı kitaplı kurguların okuru kolundan çekip istediği noktada bırakmasına benzer bir durum olmaz belirsizlik varsa. Sırf bu yüzden güncel edebiyatı takip etmek istemiyorum, atölyelerde ne öğretiyorlarsa her şeyin başı sonu besbelli, kurgu temaşası dışında bir şey yokmuş gibi geliyor. Çok ciddiye alınıyor bu iş galiba, bilemiyorum, ciddiyet anlatıya da yansıyınca oyuna, mizaha veya kara mizaha azıcık olsun yer kalmıyor. Neyse, yandığım dert bitmiştir, karakterler vapurdan inmiştir, son kez vedalaşırlar ve kadın durup bir bakar adamın ardından. Bir daha karşılaşmayacaklar, İhsan Bey’in emekli olduğunu öğrendiğimiz kısma kadar kurduklarımızı düzeltiriz, hikâyeyi izleriz, İhsan Bey’in her şeyi bir başka görmeye başladığı anlara şahit oluruz. Büyük bir değişimdir yaşadığı ama dünya bütün olağanlığınca akar, alışma veya alışamama safhası başlamıştır. Günlük dertler, alışkanlıklar değişmeye dirençlidir, İhsan Bey de yaşlıdır, işini gücünü düşünmekten başka bir şey yapamaz. Ardından bakan “kara kız” Vesile’yle dostluğunu düşünür, ofiste kıza takıldığı zamanları gözünün önüne getirir. Dilekçesini yazdığı kısımda hoş bir oyun vardır, bütün dilekçe parça parça karşımıza çıkar, araları İhsan Bey’in çocukluğu doldurur. Sicil numarasının ardından II. Dünya Savaşı’nın bittiği günün coşkusu gelir, sanat okulu diploması hizmet yıllarını düşündürür. Tayinler, belgeler, nöbetler derken dayanamaz İhsan Bey, ertesi gün ofise gider. Eşyalarını çalışma arkadaşlarına bırakmıştır ama her şeyi yerli yerinde bulur, kimse hiçbir şeye dokunmamıştır. Masası, sandalyesi, çayı da var, muhabbete doyamaz. Şefi ertesi gün tekrar gelmesini ister, İhsan Bey olmadan ofisin tadı tuzu yoktur. Buruk mutluluk, öykü biter. Memuriyet işte, ne kadar sevilmese de yaşamın köklerine dek iner, inişin hikâyesi bir açıdan.
“İcra Kararı” çok iyi bir öyküye kötü bir isim konması konusunda örnektir. Karakterler arasındaki diyaloglar, iletişim tamam, sokakta bekleyen eşyalar tamam, ailenin büyük kızı Nihan’ın soranlara taşındıklarını söylemesi/uydurması hoş ama neler olduğunu başlıktan anlıyoruz zaten, polisiye bir anlatıya “Nalburun İntikamı” gibi bir isim koymakla eş. Neyse, Nihan eşyaların başında beklerken okuldan arkadaşını görür, başını çevirir. Sütçünün sorduğu soruları yarım yamalak cevaplar. Uzaktan sevgilisi yaklaşır, eşyaların başında duran Nihan’ı görünce uzaklaşır. Nihan’ın annesi arıza çıkarmıştır zaten, o yaşta erkeklerle dolaşmasını uygun görmez, kızının orospu olmasından korktuğunu açık açık söylemese de ima eder. Anlatının genel havasıyla birdir bu diyaloglar, karakterlerin biricikliğini ortaya koymaz, bu açıdan eleştiriye açık. Bütün iş kadınların üzerine kalmıştır, ailenin babası borç yükünü bırakıp arazi olmuştur, icra memurlarıyla ve avukatlarla uğraşmayı geride kalanlara bırakmıştır. Komşular durumu bilir, Hacı Anne camı açıp “erkeksiz kadın” kozunu oynamaları gerektiğini söyler, yardım girişimi bu kadar. Nihan zekidir, okuyabilirse mimar olmak ister, artık apartmanda yaşayacak olmalarına da sevinir biraz, ne olursa olsun. Sobayı iyi bir yakarlarsa nem mem kalmayacağını düşünür anne, umutsuzluğa kapılmaz. Acı bir durumun hikâyesidir bu, yine de sonrasının esenliğini imler.
“Uzaklıklar” en iyi öykü olabilir. Zülâl ve Lerzan aynı ofiste çalışan iki arkadaş. Biri amir, diğeri memur ama bir yakınlık duymuşlar birbirlerine, alışverişe çıkmak için plan yapıyorlar. Lerzan bir adamı bekliyor, onun için yeni bir elbise alacak. Zülâl’in aklına kendi evliliği geliyor o sıra, iki karakterin geçmişlerine dalıyoruz. Zülâl aşkla başlayan bir evliliğin sünerek yok oluşunu hatırlar, bir başkası yaşamış gibi her şeyi. Kitaplar, filmler, güzel günler, umut edilenler bir noktadan sonra geride kalır, birlikte yaşlanan insanlar birbirlerini tanıyamayacakları noktaya gelirler. Bilgili’nin iki insan arasındaki mesafeyi dile getirme biçimleri çok başarılı, beklentileri ve hassasiyetleri aşırıya kaçmayan imgelerle aktarıyor, çözümleme bölümlerini de kısa tutuyor ki karakterler de aşkla birlikte sünmesinler. Lerzan’ın mevzusu da aynı biçimde anlatılıyor, birlikte alışveriş sonra.
Ağır topları anlatmadım, okurunu bekler. Sahafta denk gelirseniz es geçmeyin lütfen, çok başarılı öyküler.
Cevap yaz