Pisuvar Tedirginliği özgün mizahıyla, olay düğümleriyle diyeyim, kurmacamıza dank diye inen bir leğen etkisi yapmıştı. Yerinde bir etkiydi, ikide bir esneten romanların yanında yıldız gibi parlıyor, okuru kara delik gibi çekiyordu, sonra tabii iyi bir metnin kıymetini üç, beş, on, elli, yüz yirmi bin üç yıl sonra mutlaka bilen spektaküler okurların oluşturduğu edebi mahfillerimizce göklere çıkartıldı, adı galaksiye yıldızlarla yazıldı. 2000 tarihli bu göksel olaydan beş yıl öncesine gittiğimizde Canım Kocacım ve fazladan bir soyadla karşılaşıyoruz da soyad önemli değil, öyküler çok önemli, öyküler uçuyor. “Cennette Üç Kişilik Bir Oda” Sevim Burak’a ithaf edilmiş, öylesi kaotik değil de Burak’ın metinlerinden mülhem. Anlatıcı artık muayenehaneye gitmeyeceğini söylüyor, ilk cümle. Burak anılmış madem, ilk cümleyi dik tutacak koca bir öykü aramak lazım gelir, bulunur da. Yaşlı kadınlara benzemez anlatıcı, süslenir, farklıdır, bambaşkadır, ölmek istemez, yaşlıdır ama yaşlılık bir hastalık mıdır, birileri yerine geçmesini söyler de koltuğunu değiştirmezler anlatıcının, televizyon izlerler. Anne “ayakta oturur”, Çağrı televizyona en yakın koltuktadır, baba en uzak koltukta. Dizi başlamış mıdır, başlamıştır, Beyaz Hanım’ın başına gelenler akıl alır gibi değildir, sokağın ortasında bir çocuğa iki adam tecavüz etmiştir ama bunu gazeteden okumuştur Çağrı, anlatıcı hala dinlemiştir, gözlüğünü kırmıştır da Çağrı okumuştur, sonra italik bölümler gelir ve halayla yeğenin eğik, kısa cümlelerle konuştuklarını görürüz. Kısa cümleler bol, savrulan anlamı yoluna sokmak zorundayız çünkü çağrışımlarla dolu olduğundan hikâyeyi parçalamaya meyillidir, parçaları toplamamız gerekiyor. Bölüm bölüm öykü, bir bölümde güzel ve acayip yazılar başlığını hak eden mektuplardan kısımlar sunuluyor, birileri halaya âşıkmış da Çağrı okurmuş o aşkı, halasına gideceğini söyleyene kadar. Başka bir bölüm, Çağrı’yı koruyan bir adam var koridorda, o anlatıyor bu kez. Halanın koltuğu televizyona değil de koridora baktığından bu adamı görmemesi mümkün değil. Adamın gördüğü yarı yüz halanın, anlattıkları da gençliklerinde yaşadıkları aşkın tohumu olsa gerek, ortalık çok karışık olduğu için adamın kadını koruması gerek. Artık korunmayan bir kadın, annesiyle babası mutfaktaki masanın altına sığınmış, elleri bir, kızlarına korku dolu gözlerle bakıyorlar. Kırk derste fahişelik nam bir tema, aile masanın altında, yanık kokusunu alan kız evden dışarı fırlıyor. Çağrı’nın anlattığı bir hikâye veya halanın anlattığı, belki mektuptan parçalar. Çağrı kendi duasında âşık olduğu çocuğu anlatır, günlüğüne defalarca yazdığı kendini sinek olarak duyumsamasıdır, bunlar demansın parçaladığı bir bilinçten sızanlar kadar karışık da anlatıcının mektup okuyacak kimsesinin kalmamasından korkması, öykünün adından doğan cennetlik belki de karmaşada unutulup gidince zorlaşmıştır karakterlerin ilişkilerini barizleştirmek. Öyledir, daha okunacak pek çok mektup vardır ama yerinden kalkamayan hala bavulunu nasıl getirecek, önemsiz. Önem parçaların bağı, yoruma açık.
“Maydanoz Çorbası Üzerine Tek Kişilik Bir Oyun” gazete parçalarından bir kolajla açılır, büyük puntolarla örnek insanlar, küçüklerle bulaşık makineleri ve deodorantlar gösterilmiştir, örnek çiftler oradan buradan fırlamaktadır, hikâyede gürültüyle devrilen evliliğin kâğıt üzerindeki değeri. Maydanoz çorbası pişiyor, vejetaryen dostlara hazırlanacak yemeğin salata cephesi anlatıcının kocasına emanet. Misafirlerden övgü toplayan salatanın yanında çorbanın esamisi okunmuyor çünkü sofrada tartışma harlı, Hitler övülüyor, erkeklerin kadınlardan genelde daha başarılı olduğu savunuluyor, anlatıcı kadının tepesini attıran bir sürü şey. Önceki öyküdeki dilin aynısı, patlama ânının yakınlığı. Film izleniyor, kocalar kadınları anlatıyor ve anlatıcı aldatılma hikâyesini izlediğine ekliyor. “Uyku yok. Amaç yok. Duygu yok. Sorumluluklar yerine getirildi. Evin diğer sahibi yani şu adamla sevişildi. Şu adam olur mu o benim kocamdı. Sevişmek güzeldi. Bu kabul edildi. Ardından hemen uyumak mı gerekliydi. Ya ne yapılsaydı bu saatte. Sabah erken uyanmak gerekliydi.” (s. 30) Uykuyla uyanıklık arası bir defterin satırlarına gelişigüzel dağıtılmış cümlelere benziyor sonra, anlatıcı yapılacaklar listesini dolduruyor: bol bol mastürbasyon, lütfen çimlere basmak, gelinliklerin gri olmasını talep etmek, türlü türlü. Arkada bir kolaj daha, poposu tek bir çizgiyle kapatılmış şişman bir erkek “aşk cimnastiği” yapıyor, önüne odaklandığına göre mastürbasyon yaptığını ve poposunun çirkinliğini düşünebiliriz. Erkekliğe dair ne varsa alaşağı edildiğini de.
“Aşk Mektupları” adlı serinin ilk mektubuna bakıyorum, beyefendi sol şeritte pek güzel ilerliyor da sağ şeritteki hanımefendi kısa cevaplarla mektubun dandikliğini sergiliyor, mesela adam “Anlıyorsunuz değil mi?” yazmış, kadın “Neyi?” diye soruyor çünkü anlaşılacak pek bir şey yok gerçekten, duygu kumkumasına çevrilen eril hislenmelere dan dun girişen kadın mektubun sonunda kendi aşkını haykırdığına göre adamın evlilik teklifini kabul edecek, adamın yetersizliğini görmezden gelecek ve sözcüklerle değil de mektubun varlığıyla yetinecektir. İkinci mektup Tanrı’nın yeryüzünü yedi günde yaratmasının yedi günde doğan aşkla bir olmasıdır. Her güne birkaç olay, günden güne büyüyen bir özlem, son gün tutulan üç balığı yemeyen, saklayan kadın. Üçüncü mektupta muhatabın öldüğünü anlıyoruz, adam ölmüştür ve arkasında acılı bir kadın bırakmamıştır, kadın da ölüdür çünkü. Adamın sevgilisi de ölmüştür, mektubu yazan kadın eşini ne çok özlediğini anlatırken esas hikâyeyi yavaş yavaş kurar, aşk uğruna cinayet işlediğini en sona bırakır. Geçiş siliktir, kadının eylemleri etkileyiciliğini anlatıdaki yapay bir yükselmeyle yitirmez.
“Aria” ne oyun, pek çok oyundan biri. Şahıs kadrosu teatral bir öyküyle karşılaşacağımızı söyler, anlatıdaki şarkıyı söyleyen soprano bile bu kadroya dahil edilmiştir ki bu şarkı plaktan çalınsa yine yer verilir, ilginç bir buluş. Şarkının sözleri var, anlatıcı yine bir kadın ve eşi Abiziddin’le konuşmasını, karşı tarafı duyamadığımız için dış monoloğunu diyelim, akış halinde tutuyor. Abiziddin yoktur ve onun yokluğunda muslukları tamir ettirmiştir kadın, iki çocuğuyla uğraşmıştır, Abiziddin olsa her şey çok daha kolay olacaktır ama sonda anlaşılır: Kırmızı lekelerin yanında yatan Abiziddin bir haltlar yemiş, eşinin darbeleriyle kanı dökülmüştür. “Şimdi temizlerim burayı. Çıkmıyor. Kahretsin çıkmıyor. Tutamam elini. Bırak elimi Abiziddin. Yardım edemem sana. Makyajım bozulur. Oysa ne güzel oldum! bıraksana be adam! Çekme beni! Bırak!.. Bırak!.. Seni çok seviyorum Abiziddin!” (s. 71) Nasıl demeli, anlatıcının git gelli ruh hali, sayıklamaları, sevgisi, nefreti, her şeyi grotesk bir hava. Öfke ağır basmıyor açıkçası, Abiziddin gitmeye çalışırken beliren bir korku var, çocuklara karşı bir usanç, belli belirsiz hepsi. Dökülen kana karşılık sürülen ruj. Travmaya sebep olan olayların doğrudan anlatılmaması, boşlukların üzerinden atlamaca, okurca doldurmaca. Ne iyi, kafa çalıştırıyoruz az. Edebiyat kafayı çalıştırırken popo kaslarının sıkılaşmasını sağlayan bir sanat dalıdır. Yattığım yerde beş bin üç kez sıkıp bırakıyorum ben, süper spor.
“Canım Kocacım”ı okuyoruz ve öyküye doyuyoruz artık, ressam bir kocanın odadaki modeliyle geçirdiği dakikalar, sonra saatler, ardından günler büyür büyür büyürken anlatıcı eşin sözcükleri küçüle küçüle minicik kalıyor nihayetinde, bazen satırlar çaprazlaşıyor, ressamın müthiş çizimlerinin yanında anlatıcı kendi yeteneklerini göstermek istiyor ve çocukların yaptığına benzer resimlerini yerleştiriyor metne, çizimlere yer veriyor, kocasıyla modelinin sevişirkenki hallerini resmediyor, anahtar deliğinden bakmakla yetinmeyip odaya daldığı âna kadar kafası çok karışık. Sonrasında kafası yok artık, anlamlı bir cümle çıkaracak hali kalmıyor.
Kısacık öyküler, tuhaf taklalar, dört dörtlük kitap. Yüz beş yıl sonra değerini bilinebilir çünkü illa bilinir, magnifik okurumuz kaçırmaz böyle şeyleri.
Cevap yaz