Frances Ashcroft – Yaşamın Kıyısında

İnsanın yaşayamayacağı yerler var, mesela leğen ve uzay. “Uzayın boşluğuna adımınızı atar atmaz, saniyeler içinde can çekişerek yok olursunuz. Akciğerlerinizdeki hava boşalır; kan ve vücut sıvılarınızdaki çözünmüş gaz buharlaşarak hücrelerinizin parçalanmasına ve kılcal damarlarınızda kabarcıklar oluşmasına ve dolayısıyla da beyninize oksijen gitmemesine neden olur. İç organlarda sıkışan havanın genleşmesiyle, bağırsaklarınız ve kulak zarınız patlar. Aşırı soğuktan anında donarsınız. On beş saniye geçmeden bilinciniz kaybolur.” (s. 261) Bedendeki sıvı mıvı gaz maz ne varsa anında donup içimizi mayın tarlasına çevirir, iç savaştan ölürüz. Ölmemek için 113 kiloluk teçhizatla gidiyorlar uzaya, hani şu sırt çantasına benzer koca aparat her şeyi hallediyor. Kıyafet mini atmosfer yaratıyor denebilir, içeride her şey buradaki gibi. Olabildiğince. Saf oksijen daha efektif şekilde kullanılabildiği için tercih sebebi ama zehirlenmeye yol açabiliyor, aşırı yanıcı olduğu için uzay mekiğini gümletmişliği de var, birkaç acı tecrübeden sonra ayarı tutturulmuş. Uzay aracında sürekli dolaşım halinde bu hava, böylece toz parçacıkları filtreleniyor, nem ve oksijen konsantrasyonu ayarlanıyor. Toz parçacıkları büyük problemmiş yukarıda, hiç düşünmemiştim, vücudumuzdan günde 1 milyar partikül döküldüğü için sık sık hapşırıyormuş astronotlar, e iyice saçıyorlar, su buharı da yayılıyor. Muazzam bir sistem var içeride, her şeyi dengeliyor, mesela araç hareket halindeyken Güneş kaybolunca ortalık buz kesmesin, diğer durumda astronotlar haşlanmasın diye yavaşça dönmeye ayarlanmış, “barbekü çevirme” deniyormuş buna. Yerçekimine göre evrim geçirdiğimiz için sıfır yerçekimi büyük sorunlar çıkarıyor, kan akışından kemiklere dek pek çok yapı hasar görmeye meyilli, bazıları halledilmiş ama çare bulunamayanlar da var. Bacaklar üçte bir oranında küçülüyormuş, vücut sıvısı bacaklardan çekilmesin diye lastikli bir kuşak geçiriyormuş astronotlar, kayışlarla kendilerini bağlayıp koşu bandında yardırıyorlar. Boşlukta süzülen organlara çare yok, ciğerinden bağırsağına havada duruyorlar öyle, rahatsız edici bir his. Kemik iliğinde salgılanmayı bekleyen alyuvar yıkıma uğruyor, kan hacminde düşüş. Uyku sorun, basınç hissi olmayınca uyuduğunu hissedemeyenler başı yastığa koyma hissi versin diye alınlarını kayışla bağlıyorlarmış, ayaklara da bir şey koyunca tamam. “Ayrıca astronotlar dışarı soludukları karbondioksitin yüzlerinin üzerinde birikip boğulmaya yol açmasını önlemek için sürekli hava akımının olduğu bir konumda yatmaya özen göstermek zorundadır.” (s. 278) Sıcak hava yukarı (?) yükselmeyince solunamayacak hava tekrar solunuyor, ölümcül. Uzay tutması en büyük dertmiş, astronotların üçte ikisinin yaşadığı bu sıkıntı ansızın kusmayla, sinirle, baş ağrısıyla geliyor, bir iki güne geçiyor. Malum, orada aşağısı yukarısı yok, kafa ayar çekene kadar her şey birbirine giriyor. Güneş patlamaları sonucu radyasyon bombasına maruz kalmamak için önlemler alınmış, uzay kıyafetleri de çok sağlam, yine de Life‘taki gibi bir yaşam formu musallat olunca kendi kıyafetinin içinde boğulabiliyor insan. Ha, ilk dalgıçlar da benzer arızalar yaşamışlar ama en kötüsü vakumun etkisiyle bedenin yukarı çekilmesi. Kanlı et parçaları kalıyormuş giysinin içinde, diğer her şey hoop, borudan yukarı. İşimiz bitti, Dünya’ya ineceğiz diyelim, aracın etrafında 1000 küsur derecelik plazma oluşuyor. Yalıtmak lazım aleti. Öyle hemen ayağa kalkamıyoruz inince, kozmonotlarla ilgili bir videoda henüz iniş yapmış bir kozmonotu taşıyorlardı çünkü yürüyemiyordu adam. Kemikleri kırılabilir, kasları yırtılabilir ters bir harekette, zaten indikten sonra haftalarca dinlenmesi, kasları eski haline gelene kadar kültür fizik hareketleri yapması gerekiyor. Uzayda durum böyle, çok yüksek ve çok alçak yerlerde nasıl yaşanır, yaşanırsa gör ki başa neler gelir, çöllerde insanlar ne yer ne içer, bunları uzun uzun anlatıyor Ashcroft, ben soğuk yerlerle bitireceğim çünkü kış geldi nihayet, kutlama yapayım.

Dünyanın şimdiye kadar kaydedilmiş en düşük sıcaklığı Plüton’un yüzey sıcaklığının yanında, eh, insanı öldürmeye yeter. -50 °C’de çıplak deri bir dakikada donuyor, bol miktarda kan akışı bile derinin donmasını engelleyemiyor, şanslıysak bu durumda derimizin sadece en üst katmanına veda ediyoruz ama Dumb and Dumber‘da olduğu gibi dilimizi metale veya soğuk bir nesneye değdirme gafletine düştüysek cort, dil gitti. Gözlükleri takmayı unutursak göz gitmedi de bayağı acı vermeye başladı diyebiliriz, kirpiklerin anında donduğu yerde göze neler olmaz. Metale dokunma olayı İkinci Dünya Savaşı sırasında bombardıman uçaklarının makineli tüfeklerini kullanan askerlerini rahatsız etmiş, eldivenleri çıkarıp ateş edenlerde hemen soğuk ısırığı meydana geliyormuş. Bunun daha kötü halleri var, sıcaklık düştükçe hissizlik başlıyor, 1812’de Napolyon’un ordusuyla Moskova’ya yürüyen kıdemli çavuş August Thirion atları daha ayakta ve yürürken kestiklerini söylüyor, yani küçük bir parça kesip yiyorlarmış ve atlar tepki vermiyormuş hiç, kan anında donuyormuş. Biz hissizleşmeyelim diye titriyoruz önce, dişler takırdamaya başlıyor çünkü kas hareketleriyle ısı üretimi artıyor malum, azıcık da yağlıysak o kadar üşümüyoruz ama zayıfsak çok üşüyoruz. Kritik noktayı aştıktan sonra, mesela 32 °C’nin altında beden uyuşuyor, dikkat mekanizması zaten iptal, bu yüzden dağcılar dan dun düşüyorlar mesela yürürken. Oksijensizliğin de etkisi var tabii, öyle höt diye yukarı çıkınca solunum sistemi ortama uyum sağlayacak zamanı bulamadığı için yeterli pompalamayı sağlayamıyor, kara bir perde iniyor gözlere, oyun bitti. Kalp kası düzensiz kasılıyor, sonra sistem kapanıyor zaten. Konuyla ilgili çok sayıda deney yapılmış, Ashcroft Nazilerin toplama kamplarında mahkumlar üzerinde gerçekleştirdikleri deneylerin sonuçlarını araştırmalarda kullanmanın etik dışılığından bahsedip devam ediyor: “Şayet bir gemi kazası neticesinde kendinizi soğuk suda bulursanız, kıyı çok yakın bir mesafede (yüzerek beş dakikada varılabilen mesafede) değilse hayatta kalmak için yapabileceğiniz en iyi şey can yeleğinizin üstüne sırt üstü yatarak kurtarılmayı beklemektir. Suda çırpınmak veya yüzmeye çalışmak ısı kaybını hızlandırır. Bunun nedeni hareketle birlikte vücudun ısıttığı ince su tabakasının yerine soğuk su tabakasının gelmesi ve kondüksiyon yoluyla ısı kaybının artmasıdır.” (s. 184) Ölü gözüyle bakılıp kurtarılan yok mu, var, vücut içi sıcaklığı 13.7 °C’ye düşmüş bir kadın bir saat on dakika boyunca suyun altında kalmış, muhtemelen aşırı soğuğun koruyucu etkisiyle yeniden hayata dönebilmiş. Beş ay sonra iyileşmiş tamamen, süper. Diğer etkilere bakalım, Raynaud sendromu özellikle Birinci Dünya Savaşı’nda sıkça ortaya çıkmış, diğer adı “siper ayağı”. Soğuk ve ıslak ortamda uzun süre kalındığında ortaya çıkan donma çeşidi işte, ayak parmaklarını tehdit ediyor. Su geçirmeyen ayakkabılar, botlar vücut ısısını doğrudan koruyor aslında, ayaklar mühim. Donma vakalarında öyle hemen sıcağa almamak lazımmış insanı, zaten hasar görmüş dokulara bir de sıcağı basınca kan hemen hücum edip tahribatı artırıyormuş. Yavaş yavaş sıcak. Buzlu suyla banyo yapmanın faydalarına da değiniliyor, ben okudum ve teşekkür edip çevirdim sayfayı, soğuk suda yıkanmak için hiçbir gerekçem yok. Spartalılar ve İngilizler yıkanıyormuş ama, buzlu suya giren Rusları da biliyoruz, adamlar sapasağlam. Hayvanlar kutuplarda nasıl yaşıyorlar, mesela penguenlerin ayaklarının üşüyüp üşümediğini hep merak ederdim, cevabımı aldım: pek üşümüyor çünkü bütün vücutları müthiş bir yalıtım düzeneğiyle donatılmış. Az küçülüyorlar, kanatlar ve beden ayaklara yaklaşıyor tamam, hani üşüyünce ayaklarını popomuzun altına sokan insanın yaptığı gibi.

On numara beş yıldız bir araştırma, ilgilisi kaçırmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!