Yeni bir şey söylemiyor, yine de meşhur olmak isteyenlere yol gösterici. Hepçilingirler bu amaçla kullanılmamasını diliyor, aslında kullanılmalı. Şu aralar patlayan bir yazar yok, eksikliğini hissediyoruz, bu rehber patlamayı kolaylaştırır. Serbest piyasa ekonomisinin çarklarını doğru çevirmek için diğer çeviricilerle çalışılmasını öneriyor Hepçilingirler, güruh bir kitabı patlatmaya çalışıyorsa borazanı kapıp hemen öttürmeli, kalabalığın arasında yerini almalı insan. Aynı metinleri okuyup aynı biçimde alımlarsa güruhun verdiği güvenlikten nemalanır, çevre oluşturur, kendisi de patlatılır günü gelince. Bir sebepten tutmaz belki, başka yol: “Kitap hakkında beş kuruş almadan yazacak kişiler varsa da bunlara inanmadıkları, beğenmedikleri kitap hakkında yazdırmak zor olduğu için, parayı bastırıp övücü yazılar yazdırılabilecek birilerini bulmak da piyasanın gerektirdiği çalışma biçimlerinden biri.” (s. 13) Gerçi buna gerek yok, sonuçta görünürlük yettiği için yazının nitelikli olup olmaması önemli değil, olumsuz eleştiri zaten içermemeli, popüler bir yerde çıksa yeter. Hepçilingirler’e göre kandırılmış gibi hisseden okurun önünde iki yol var, çığırtkanlardan uzak durup kendi keşifleri için zahmetli serüvenlere atılacak ya da reklam yaygarasına teslim olup neyi okuması telkin ediliyorsa onu okuyacak. Kendi serüvenimi düşünüyorum, kendi hocalarımdan Melisa Gürpınar’ın metinleri dışında herhangi bir tavsiye almamıştım çünkü bu istisna haricinde dişe dokunur bir tavsiyede bulunmamışlardı. Buket Uzuner değil yani aradığım, Ada’yla Tuna’nın bombastik yolculukları falan hiç değil, bambaşka bir şey. Şanslıyım aslında, Cem Akaş’ın 7‘sine üniversiteye başlar başlamaz denk geldiğim için diğer okumalar vazifeydi biraz, Tarık Buğra’sından Yusuf Atılgan’ına zoraki. Kıymeti biliyordum ama sesimi bulamıyordum, Akaş’tan sonra da pek az bulabildim. Geriye çok gidemedim, Leylâ Erbil’in ilk öykülerinden daha geriye gidebildim mi bilmiyorum, orada kaldım galiba. Neyse, mesele çengel atmak bir yere, Akaş’ın kaynaklarını, Erbil’in ustalarını öğrenince yeni haritalar açıldı, tercih edip etmediklerim seyri belirledi de çığırtkanlara hemen hiç kulak vermedim, kendi istikametimi belirleyince lüzum kalmadı. Şöyle de bir durum var, bakıyorum namlı bir yazar bir metni övüyor, metinlerini biliyorum, övdüğü metni de okumuşum, düşünüyorum ki ya bilişsel anlamda gerilemiş ya da alenen yalan söylüyor çünkü beğenisinin metnin niteliğiyle ilgisi olamaz, kurgu görgüsü kaldırmaz o beğeniyi. Soğumadığım kim kaldı bilmiyorum bu yüzden, ha, Tosuner var. Öveceğini över ama orada bırakmaz, yerilecek bir şey varsa övdüğünden fazla yerer çünkü arızaları haksızlık olarak görür metne, bunu başardıktan sonra şunu niye cortlattın? Dengeyi gözetir, kurguda aksaklık istemez. “Usta” diyorum, bu yüzden. Hunharca eleştirmiştir de kulağıma küpe olmuştur söyledikleri, çok yaşasın. Benim alanımın dışına çıkmamıştır ayrıca, en iyisi bu olsa gerek. Niyetimi, kapasitemi bilir, metni benden de iyi bilir, yapmak istediğim üzerinden yapamadıklarımı değerlendirir, dışarıdan bakıp yave sıkmaz. Onun görgüsünün derinliğini de ben teslim etmişimdir çünkü, anladığıma emindir, rahattır bu yüzden. Eleştirinin yokluğunu biraz da buna bağlamalı, kimse kendini o yetkinlikte görmüyorsa bu insanlar ne okuyorlar? “Kendilerini kalkındırmaya ayarlı bir ekonomiyi öğrenerek büyüyorlar; yönlendirildikleri kitapları satın alıyor, sadece bunları okuyorlar. Bir yerlerden önerilmemiş kitapları onlara silah zoruyla bile kimse okutamıyor.” (s. 15) Söyleyeyim, aslında hiçbir şey okumuyorlar. Çok basit: okumak alımlamaktır ama o yeti de güdüldüğü için çarpık. Yazılarına baktığımızda yüzeysel bir beğeniden fazlasını bulamıyoruz, olumsuz eleştirilerine bakınca da bir şey bulamıyoruz. Öykülerimden birinde kan var diye eleştiren biri vardı, sağ olsun, okumuş etmiş de, bu ne abi. “Kan var kaan!” Kusura bakma, bir dahakine koymam? Ali Bulunmaz’a göz atıyordum, o da cort bayağıdır. Kısacası okur yapayalnız, birileri kulağına bağırıp duruyor anca. Neyse ne, iyi bir şeyler okumak isteyen arasın bulsun, kolaya kaçıp bağırılanı dinleyen eşekliğine doymasın, sonra da ağlamasın okuyacak bir şey bulamıyorum, her şey bok gibi diye. O kadar çok ki okunacak metin.
Hepçilingirler’in formüllerine bakalım, katılmadıklarım çok ama doğrular var. Herhalde. Bir kere lansmanlara, açılışlara falan gidilecek, şöyle bir görünülecek, kodamanlarla tanışılacak. Ne yazılacağı daha sonra, kesinlikle şiir değil ama, deneme değil çünkü aşar, öykü değil çünkü aşar, en iyisi roman. Hayattan bir kesit yeterli, seksli bir kesit mümkünse. Zengin-fakir ikiliğinden yürünecekse zenginin gözünden anlatmamalı her şeyi, mümkünse sadece fakir konuşsun. Roman mutlu bitmeli, gençler ayrılmamalı. Dil hafif(?) olmalı, halk okuduğunu anlayabilmeli, öyle imgeler falan yok. Zamanda zıplamadır, Genet’nin uzun uzun anlattığı oyunlardır, bunların hiçbiri yer almayacak metinde. Postmodern tekniklerin alayını kullanmak lazım, mesela bir metni olduğu gibi alabiliriz kendi metnimize, kimse de hırsızlıktan falan bahsedemez çünkü teknik. “Batı’da nasıl ortaçağ Hıristiyan düşüncesi ısıtılıp ısıtılıp sunuluyorsa siz de İslam düşüncesinin gereğiymiş ya da tasavvufun özel bir yaklaşımıymış gibi, cinleri, perileri başımıza üşüştürün.” (s. 16) Cinsel hikâyeler her zaman iş yapar, okur şöyle bir korksa da millî ve yerli edebiyatımızın yükselişe geçtiğini görerek sevinir çünkü cinler varsa iyidir, hele az takla atarlarsa değme metne taş çıkartır okurun elindeki. İslam falan yer alsın metinde, çatışmaların bir tarafını teşkil edecek. Eski mütedeyyinlerin veya komünistlerin yoldan çıkmaları iyidir, taraf değiştirdiklerinde kimi okuru sevindirirler, kimini üzerler, sonuçta insan uyanan, şak diye taraf değiştiren yegâne varlıktır, araları doldurmasak da olur. Yazım, noktalama falan bilmeye gerek yok, nasıl olsa editör düzeltiyor. Anlatım bozukluğu varsa, eh, tepedekilerde de var, sorun değil. Genç veya karizmatik olmak artı puan, birileriyle yatabilmek artı puan da iyice çıkıyoruz edebiyattan, geri dönelim, hedef kitleyi belirledikten sonra onlara yönelik metinler üretmek gerekiyor. Yazamayan parayla yazdırıyor zaten, kitabın çıkması yeterli. Yazabilen de ergenlere mi yazacak, yeğenini falan alsın yanına, üç gün gezinseler yeter. Solu küçümseyin, gömün, solcular öfkeden, sağcılar keyiften alırlar kitabınızı. Şu üçünden en az biri mutlaka yer almalı metinde: Kürt, Ermeni, laiklik. Denendi ve onaylandı, memlekette birilerinin öldürüldüğünü ve yaşam hakkının kaybolduğunu söyleyin, ödül garanti. Buralar çok su götürür açıkçası, devam, New York’a falan gidin, metinlerinizi İngilizce yazın, Türkçeye çevirtin. Dünyada bilinin yani, kulis yapın falan da mahalleden çıkamıyoruz daha, Hepçilingirler uçuyor biraz. Paranız varsa metne dair yazı yazdırın, yoksa rica minnet yazdırın ve kendi bağlantılarınızı çıtlatın, bir gün işe yarayacağını bilip yazsın yazısını hıyar, cav cav etmesin. Kalıcı olmak istiyorsanız ödül mödül ayarlamanız yetmez, ödüllü nice yazar piyasada yok. Ölümlerinden sonra unutuluyorlar hatta, o kadar yoklar, bu yüzden ödüllere değil de reklama bel bağlayın. Tabii uzunca bir süre uğraşmanız gerekecek, belki yıllara yayılacak bir çaba ama istediğiniz gerçekten buysa saçacak parayı bulursunuz, kullanacak insanı da bulursunuz, işiniz tamam. Yayınevine cebinizden para verebilirsiniz reklam için, züğürtseniz pazarlamada çalışanların insafına kaldınız, geçmiş olsun. Çok satmıyorsanız hiçbir şey yapmayacaklar, sosyal medyada bir iki paylaşımla yetinin. Yazarlık böyle bir şey, iki birimlik yazarsınız da sekiz birimlik debelenirsiniz yazdıklarınız okunsun diye. Oturup çalışmazsınız, pek bir şey okumazsınız, yazdıklarınızı da gittiğiniz atölyedeki hocalara, arkadaşlara falan okutup yontturdunuz mu tamam bu iş. Hayırlı olsun, bok gibi bir yazarsınız. Uzak durun.
Cevap yaz