Fatma Karabıyık Barbarosoğlu – Okuyucu Velinimetimizdir

Taraf tutmadan yaklaşıyorum, bir eksikliği gidermeye çalışıyorum kendimce, bu sıra yazar eliyorum. Yerim sabit, ikna olmaya meyilli değilim ki bir şeye ikna etmeye özellikle çalışan, bütün ağırlıklara rağmen ayakları yerden kesilmiş metinler kadar sığı yok sanıyorum. Batı’ya yaslanan sırt bir açıdan dik ama başka yerden bakınca düşüncenin el verdiği kaynakla zıtlığı da görünüyor, misal denemelerde adı geçen düşünürler bağlama ne kadar uyuyor, cımbızla çekilen savlarının büyüdüğü toprakta Barbarosoğlu’nun devşirdiği fikirler büyüyebilir mi? Sanmam. Barbarosoğlu okumaların çeşitlendiğini söylüyor, yazılarından ilhamlar doğabilir ve okur başka başka kapılarla pencereleri kırabilir, kendini dışarı atıp koyu ideolojiden derin nefesler alabilir. Ben alamadım, farklı okumalara da varamadım, tek bir yolu ışığa boğan yön tabelaları gözümü kör etti. Bauman, Sennett gibi yazarlardan alıntılar iyi, uyandırma servisi de işini yapıyor ama hep dinî bir kurtuluşa varıyor mevzu, arıza çıkaran tüketim alışkanlıkları, yabancılaşma, ne zıkkım varsa sekülerizme bağlanıyor, güldüm bazı. Mesela şu: “Yaratıcısı ile olan bağını gevşettikçe, insan daha yoğun olarak kimlik bunalımlarına giriyor.” (s. 99) İnsan eğer kul olmanın şerefini unutmayıp geleneksel dünya görüşünden ayrılmazsa kimlik problemi yaşamaz, öbür türlü kitlelerin arasında yitip gider? Sorun kitleyse her türlü kitlenin arasında yitip gider, dünyanın imtihan yeri olduğunu unutmaması için malum kitleye karışması daha iyidir ama, sınavda bütün soruları doğru cevaplaması ve huzuru bulması için şarttır bu. Barbarosoğlu modern yaşamda insanın her türlü yere çakılacağını, tükettikleriyle ağırlaşacağını söylüyor da “ruhun kanatlanması” konusunu açmıyor. İnsanın iradesiyle kendisini kurabileceğini de sanmıyor, geleneğin kanatlarını takmak lazım illa. Mesela yere oturma bahsi var, ibretlik. “Modern dünyanın tercih ettiği oturma biçimleriyle, kul ile Allah arasındaki hiyerarşi kopmuştur.” (s. 58) Yerde oturan insan mütevazıdır, Canetti’ye göre diz çökerek oturmak “ihtiyacın yokluğunu” gösterir ki Canetti bunu neye binaen söylemiştir, meçhul. Yere oturmak bir kozmik şuuru fişekler, tarikatlarda yere oturulur ki pozitif enerji kişiden kişiye zıplasın, esrime anında topluluğu uçursun. Bu referansların, inanç şekillerinin bende bir karşılığı olmadığından azıcık sarkazm eyleyebilirim: Yirmi küsur yıllık profesyonel deistim, sanırım bu yüzden yere oturamıyorum. Kıçım ağrıyor açıkçası, on dakikadan sonra daha fazla işkence çekmemek için bir şeyin üzerine oturuyorum. Bir işaret bu, kıçımın bana gösterdiği üzere şansımı hiç denememeliyim o tarafta. Şunu da düşünün, bir zamanlar Japonlar çay odalarının tavanlarını alçak yapıyorlarmış ki çaya, suya, insana saygıyı her an gösterebilsinler. Bir dünya para verip Tokyo’dan ev almışsınız, yurt dışında yaşadığınız için evi görmediniz, memlekete döndüğünüzde baktınız ki odalardan birinin tavanı çok alçak. Nitelikli dolandırıcılık davası açmalık süper olay. Ortaya karışık bir lafazanlıkla kapansın bu konu: “Başımızın üstünde yeriniz yok. Yeriniz kanepeler koltuklar. Şöyle karşılıklı oturalım ve birbirimizi göz hapsinde tutalım diye. Göz hapsinde tutalım ve çok satan kitaplar eşliğinde, sizin söylemek isteyip de söyleyemediklerinizi oturuşunuza bakarak yorumlayalım.” (s. 58) Kitle iletişim araçlarıyla ilgili denemelerse çok tozlu artık, Günther Anders’in yıllar yıllar evvel dile getirerek Baudrillard’ı öncelediği eleştirileri kuşa dönmüş halleriyle mevcut. Uzaktan iletişiriz çünkü sorumluluk almak istemeyiz, yakından iletişmek bir başkasından sorumlu olmaktır. Gelenek gözle görmediğimize inanmamamız gerektiğini söylemiştir de televizyonda gördüğümüz her şeye inanırız. Aslında namlusu kendine dönük bir silah bu, neyse. İnternet yeni kimliklerin oluşturulabildiği bir alan olarak iletişimi yine niteliksizleştiriyor falan filan, böyle gidiyor. Kitap 2003’te basılmış, yirmi yıl öncesi için bile bayat bunlar. “Bu gün hava çok güzel!” başlıklı denemede her faninin mevsiminin başka olduğunu söylüyor, işte sonbaharı sevenler bir türlü, kışı sevenler başka türlü, insanlar türlü türlü. Kış pek uzundur, yazın günler bitmek bilmez, güller kırmızıdır, menekşeler mor. Akbal’ın da ara sıra böyle üfürükten yazılar yazdığı olmuştur, gazeteye yazacak konu bulamayınca otobüsteki hengâmeden bahseder mesela, sokakta gördüğü bir insana karakter biçer, havanın soğumasından dem vurur. Aslında yazmasa daha iyidir de yazmıştır bir kere, yazacak bir şey bulamadığını dile getirip özür dilediği de olmuştur. Özür dilemiştir en azından. Ben makarna sosu yaptığım için Beyaz Türk damgası yiyorum, tuhaf işler. Barbarosoğlu’na göre pilav yapan geleneksel Türk, makarna yapan çağdaş-modern, ikinci gruptakilerin kulağına fiske mi atmalı artık bilmem. Mükemmel genellemeler var, mesela pilav ve makarna ayrımından cemaatle birey tercihinin izleri sürülebiliyor, insanların doyma ve doyurma biçimleriyle zihniyetleri arasında birebir ilişki olduğu konusunda bütün sosyologlar hemfikir de bireycilik çok geniş bir kavram, neresini gömüp neresini yücelteceğimizi ayırt etmezsek makarna yapan adam, “Ben ne alaka?” deyip sosunu bir güzel yapar, yemeğini afiyetle yer, güler geçer. Çeşitli dinî ritüeller sırasında pilav yerine pasta dağıtılması yaygınlaşmış bir zaman, bu da kötüymüş. “Sevgilisine elleriyle hazırladığı özel soslu makarnayı ikrâm eden ‘light erkek’, kentli kızların rüyâlarını süsleyen erkek olma yolunda hızla başarı kazanıyor.” (s. 124) Neresinden tutsam elimde kalır, en iyisi hiç dokunmadan, uzaktan izlemek. Şöyle sağlam bir pilav yapayım da sınıfımı belli edeyim, kimliğimin dışına çıkmayayım, mütedeyyinliğimle gurur duyayım ve dua edeyim, bu kadar müthiş bir pilav yaptığım ve yoldan şaşmadığım için hamdüsenalar eyleyeyim. Yani vahşi kapitalizm dini de tüketim gerecine bir güzel dönüştürmüş, bu nasıl bir romantizm, anlamak mümkün değil.

Ayakta durmak. Canetti modern dünyada ayakta durmanın önemine değinmiş, özgürlüğe önem veren topluluklarda ayakta durulurmuş, mesela İngilizler ayaküstü içki içilen yerlerde dikilirlermiş öyle. Ayakta durmak her türlü teşrifatı reddetmek demek, karşılama ve uğurlama yok, ayakta duran kendi iktidarını göstermek için yer değiştirebilir? Sandalyeye oturan da kendi iktidarını gösterebiliyordu, öyleyse yere oturarak yaşayacağız, başka çare gözükmüyor. Ayakta duramama hali bir yenilginin, hastalığın göstergesi olarak algılanıyorsa kişi hemen ayağa kalkmalı ve yaşamını sürdürmelidir, pardon, hemen yere oturmalıdır. Devlet baba kişiyi iyileştirmek için para harcamayacağı gibi kişi tüketimi sürdürerek vergilendirilmiş kazanca katkı sağlar, meşhur söyleme göre bu kazanç kutsaldır, öyleyse kişi otururken işini gücünü görmelidir. Başka bir şey, kişi birine en büyük olduğunu, başka büyük olmadığını söylerse günaha girer çünkü en büyük bellidir, geri kalanı teferruattır. Bu söz bir kopuşun göstergesi, öte dünyayı unutmuş insanlar böyle söylerler. Ayrıca iktidar göstergesi de, birinin en büyük olduğunu söyleyerek onun en büyüklüğünü kanıtlarsak en büyük aslında o olmayabilir, biz olabiliriz ama biz de olamayız çünkü en büyük bellidir, biz teferruatızdır, hasılı değer yargılarımızın doğruluğu için en büyük değil de neye bağırıyorsak onun en büyüğün bir küçüğü olduğunu bağırmamız gereklidir, aksi halde yaratıcıya kul olmaktan çıkıp başka bir büyük aramış dahi bulmuş oluruz, bu da yaratıcı açısından sorun teşkil eder. Bütün bunların yanında hayatın devam ettiğini düşünebiliriz, yere oturmadan düşündüğümüz için bu da yanlıştır zira hayatın devamlılığını beş vakit duyulan ezan sesi sağlar, başka türlü nasıl devam eder ki hayat?

Gevezelik bu kadar. Barbarosoğlu’nun bir iki kitabını almış bulundum, başkaca almam.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!