Kagge anneannesinin yürüyemez olduğu gün öldüğünü söylüyor, protez dizler yıpranmış ve vücudu taşıyamaz olmuş, kaslarda kalan son kuvvet de tükenmiş. Merdivenlerden çıkarken bacaklarıma baktığım günü hatırladım, bir iki yıl önce Yenikapı’da metroya giderken bacaklarımı şu şekil takdir etmiştim çünkü bir süredir korkuyordum, yürüyebildiğim zamanları özleyecektim ileride. Bir şeyler yapmalıyım dedim, biraz daha hızlı yürümeye başladım ama yetmedi, daha da bir şeyler yapmalıydım, daha çok yürümeye karar verdim. Küçükyalı’da değil de Bostancı’da, Suadiye’de inmeliydim, Kadıköy’e gideceksem evden erken çıkmalıydım, civardaki işleri bir güne toplayıp turlamalıydım mahalleyi, tabii havalar güzelse bisiklete binmeliydim, kısacası bacakları işler tutmalıydım, yürümeyi özleyeceğim günlere biraz olsun doygunluk biriktirmeliydim. Uğraşıyorum, yürüyen merdiveni kullanmıyorum sabahları, yorulunca ayaklarıma hayranlıkla bakıyorum. Kagge’nin yer verdiği bir şiirde her adımdan önce bir düşme ânı olduğundan bahsediliyor, bir anlığına havadayız ve ayağımız yere basınca güvendeyiz. O aradalık, düşüp düşmeyeceğimizin belli olmadığı belirsizlik, bunu seviyorum. “Bir ayağı diğerinin önüne atmak, yoklayarak keşfetmek ve bir şeyin üstesinden gelmek doğamızda var. Keşif yolculukları başladığımız şeyler değil zamanla bıraktığımız şeylerdir.” (s. 16) Bu metinde keşiflerine de yer veriyor Kagge, dünyanın dört bir köşesinde -bu görece saçma benzetmeye bayılıyorum- yürürken edindiği deneyim biricik. Los Angeles’ı baştan başa yürürken polisler şüphelenip durdurmuşlar çünkü oralarda yürümek serserilik alameti. Hollywood’u anlatan bir kitap, adını hatırlayamadım şimdi, benzer tecrübeleri içeriyordu ve “düzgün” insanın oralarda yürümeyeceği fikrinden sınıfsallığa ulaşıyordu, arabamız yoksa beş para etmeyiz, hele yürüyorsak yoksulluk bayrağını sallıyoruz demektir. Kapitalizmin kuluna arabasızlığı, yürümeyi anlatamayız, “anlaşılmayacaksın. ey arabasızlık!” ve yolları hızla aşmanın sildiği şiiri bulamayız. Robert Walser yürüyüşlerinde şiirlere denk gelirmiş, Kagge bu konuda başarısız olduğunu söylüyor ama işaret ettiği değerli bir, ney, uyanış. Sahilde yürüyoruz, bir uçurtma! Kayaların arasından küçük ağaçlar çıkmış, nasıl yani? Dallarında kuşlar, denize hiç o kadar yakın olmamış bir yaprak, oltaların sahibi yok, şu el ele yürüyenler dilin adaya kadar uzadığını görmek istiyor, o yürüyüş hiç bitmesin. İnsanlar arasında Âdem ile Havva. Merak etmişler dışarıyı da yemişler meyveyi, gerisi sonsuz bir yürüyüş. “Cennet Bahçesinde dolaşan Tanrı imgesi pek hoş. Tanrı bile akşam yürüyüşüne çıkmaktan keyif alıyor.” (s. 52) Gündelik hayatın büyüsü o yürüyüşte, mesela Bostancı’da inip sahile çıktım, Küçükyalı’dan içeri girene kadar kaç dalga gördüm, kaç bulutu geçtim, bütün bunları saymak isterim ama aklım başka yerdedir, aklım ayaklarıma inmiştir, dünyayı öyle bilirim de o tarife gelmez yumağa karışır, şu her bir ipliğini çektiğimizde şiirdir, şarkıdır, bir şeyin sökün ettiği. Biçimsizliği en iyisi, coşkudan bir yığın. Robinson Crusoe Adası’na gitmiş Kagge, bakmış ki romanda anlatılan coğrafya birebir. Tepeye bir yere çıkınca denizi gözlemiş, kaç asır önce aynı yerde kurtuluşu bekleyen Alexander Selkirk’ün soluduğu havayı solumuş. Yığından bir parça işte, böyle haritaları öğrenip yürümenin keyfi de başka. Zeyyat Selimoğlu’nun Heybeliada’yı adım adım anlattığı bir öyküsü var, iskeleye iner inmez okumaya başlayıp aynı sokaklarda yürüyeceğim, Yorgo’nun meyhanesini bulamam da o yolları yürümek yeter. Emek harcanacak, “manzarayı hak etmek”. Everest’e varanların kısa süre sonra inişi düşünmeye başlamaları makul, zahmetli bir yol onları bekliyor da dünyanın tepesinden aşağı bakmak nasıl tarif edilir? Dünyanın en uç noktasında yürümenin tarifi? Kuzey Kutbu’nda yürüyen Kagge yırtılan eldivenini onarana dek parmağını didikleyen iğne soğuğu unutmamış, yere düşürdüğü üzüm tanesini koca eldivenlerle alamayınca yere uzanıp yemesini de. Eve dönünce bembeyaz dünyanın izi silinmeye yüz tutmuş, bir o üzüm tanesi kalmış aklında. Kolayca yiyebildiği ve yemek için kara uzandığı üzüm tanesi. Güney Kutbuyla ilgili anılarında mesafeyi hesaplama hatasına düştüğünü söylüyor, böylece hesabın tutup tutmayacağını düşünmeye başlayıp yolun keyfini yitirmiş. Sezgisel bir şey bu, bazen bisikletle giderken yoruluyorum, dizlerim ağrıyor ama Kartal’a ne zaman varacağımı düşünmemeye çalışıyorum, Dragos’a geldiğimi anlamayayım diye sadece denize bakıyorum ve ölçmeye dair her şeyi siliyorum kafamdan, mesela bulutlara bakıyorum, adaların arkasında uzanan dağlara bakıyorum, manzaranın içinde eriyip gidiyorum. Yolun bittiğinin farkına varmıyorum böylece, o esrime hali her türlü hesabı kitabı siliyor, sanki bacaklarım yorgunluğu unutuyor. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum, sanırım bacaklarıyla uğraşanlar anlar bir.
Kuzeylilerin bir geleneğini çok sevdim: “1990’da Kuzey Kutbuna yola çıkmaya hazırlanırken ekipmanlarımızı test etmek için Kanada Arktik Adalarının kuzeydoğusundaki Iqaluit adlı küçük kasabada birkaç hafta geçirdik. Orada Inuitlerin değerli bir âdetini öğrendim. Duygularınızı kontrol etmekte güçlük çekecek kadar çok sinirlendiğinizde evden çıkıp sinirleriniz yatışana dek doğada belirli bir hatta yürümeniz isteniyor. Sonra öfkenizin dindiğini hissettiğiniz noktada sopayla karda bir işaret bırakıyorsunuz. Böylece öfkenizin uzunluğunu ve gücünü ölçüyorsunuz. Öfkelendiğinizde (sürüngen beynimiz kararlarımıza hükmettiğinde) yapabileceğiniz en mantıklı şey bir süre yürüyerek sizi öfkelendiren şeyden uzaklaşmak.” (s. 98) Sanskrit dilinde geçmiş zaman kipini ifade eden kelime “yürümüş olduğumuz” anlamına geliyor, geleceği ifade edense “henüz yürümediğimiz”. Norveççedeki “yürümek” fiiliyle aynı köke sahip, Hint-Avrupa’nın çizgiselliği. Sokrates şehrin dışına çıkıp yürümenin zaman kaybı olduğunu iddia ediyormuş, çekiştiği düşünürlerin davranışlarını eleştirmek için söylemiş olabilir, yürümeyi sevmeyebilir, doğayla iletişim kurmaya çalışmak istememiş olabilir, Kagge doğayla ilgili bir diyalog yok diye üzülüyor. Kierkegaard yürürmüş işte, yolda karşılaştığı insanlara takılıp muhabbet edermiş. Ay’da bile yüründü yani, o ayak izi hâlâ orada. Mümkün olup olmadığını bilmem de karanlık bölgeye yürüyerek geçilebilse, bir anda. Dünya’da çok yapıldı bu, Afrika’dan yola çıkanlar karanlıkları aydınlattılar. Binlerce yıl sürdü, her adımda şaşıracak bir şey bulmuşlardır. Yaşamak isteyeceğim zamanlar bir o zamanlardır, Asya’nın derinliklerine doğru yürürken mesela, iklim değiştikçe nasıl şaşırmışlardır. Kar yağışını ilk kez gördüklerinde. Şelalelerle karşılaştıklarında. Koca dağların zirvesindeki beyazlık ne mesela, çıkıp öğrenmek istiyorlar ama gidenler geri gelmiyor, yollarına oradan devam ediyorlar. Deniz diye bir şey var, bitmiyor. Ağaçları kesip kano yapıyorlar, nehirlerde işleri kolay ama okyanusa açıldıkları zaman dünyanın ucundan aşağı düşmekten korkuyorlar ve geri dönüyorlar. Hiç görmedikleri bitkileri yiyip ölüyorlar, doyuyorlar, hiç görmedikleri hayvanlara yaklaşıp ölüyorlar, dost ediniyorlar. İhtimaller sonsuz, yabancı bir toprağın sunduklarını kendilerinin belleyene kadar ölüyorlar, yaşıyorlar.
“Bütün yürüyüşlerim birbirinden farklı olsa da dönüp baktığımda hepsinin ortak bir paydada buluştuğunu görüyorum: iç sessizlik. Yürümek ve sessizlik birbirini tamamlar. Sessizlik ne kadar soyutsa yürümek de bir o kadar somuttur.” (s. 18) Bir süre sonra belirir o boşluk, bacakların ağrısı yavaş yavaş dinince. Dinmez de sinyal kesilir, düşünceler kaybolur, imgeler kalır. Görüntü parçaları. Bir adım diğerini takip eder, insanlar geçer, ayakkabılar ağırlaşır, hiçbirini fark etmeyiz. Yürüdükçe başka bir boyuta geçeriz sanki, bildiğimiz dünyanın dışında bir yerde yeni bir varlık. Gün düşüne kapılmadık, bilincimiz de açık, yine de: “Rüzgârı, kokuları, hava durumunu, ışığın tonlarını ve kırılmalarını fark etmezsiniz. Ayaklarınız ağrımaz. Her şey aynılaşıp belirsizleşir, koca bir pus haline gelir.” (s. 25)
Cevap yaz