Ebru Ojen – Aşı

Bir sabah şehre bir ses gelir, uzun zamandır dedikodusu dönen aşılama hayata geçecektir nihayet. Halka göre doğum kontrol yöntemidir bu, söylentiler çıkmıştır, spermler ayvayı yiyecek ve vajinalar penis yiyen canavarlara dönüşecektir. Orantısızlığı aklımızda tutalım, nispeten gizli ve dolaylı cinsiyet kodlarından birini gösteriyor, diğer tüm toplumsal sorunlar göze sokulacak. Korku inanılmaz bir hızla büyüyüp kabuslara dönüşür: erkekler vajinaların canavara dönüştüğünü, kadınlar yılana dönüşen penislerce katledileceklerini görürler. Canavar vajinanın olduğu gibi tekrarı, eh. Korkular yaşamdaki olağanüstü karşılıklarını bulur hemen, sevilmeyen bir adamın hırsızlık yaparken kapıları koca penisiyle kırdığı söylenir, döve döve karakola götürülür zavallı. Herkes birbirine iftira atmaya başlar, güven yiter, toplum faciaya açık hale gelir. Anneler çocuklarını “sokağa hatta okula dahi göndermez”. Öncelikler gereği sokakla okulun yerini değiştirmek lazım. Televizyonlarda aşının faydalarına dair programlar gösterilir ama galeyan bitmez, “tam manasıyla bir ölü sevici olan demokratlar” dış mihrakları ve teröristleri hedef gösterir. Sonuçta aşı pek çok hastalığı önceden tedavi eder de insanlara satılması tuhaftır biraz, kampanyanın pilot bölgesi olan Bazid şehrinin insanları pek de öyle zengin değil sanki. Şehrin sakinleri yetkililerin belirlediği okullara gitmek, onların dilini konuşmak ve onlar gibi giyinmek zorundalar, onlar gibi olmalılar. Askere gittiklerinde kardeşleriyle savaşmak zorundalar, üstelik hemen her gün aşağılanmalarına rağmen. Soykırıma uğramaktan korkarlar, aşı hayatlarını elinden alacaktır. Televizyon, reklamlar, ilaçlar, pahalılık, kısacası kapitalizm zaten geride pek bir hayat bırakmamıştır, ilerleyen bölümlerde tüm bu zamazingolara karşı topyekun bir savaş açıldığını görürüz de anlatı öyle sığ, manzara öyle basmakalıptır ki aşı korkusundan tüketim olgusuna geçiş hikâyeden fırlayacak gibidir adeta, bağlantılar iyi kurulmadığı için canavarlar arasındaki potansiyel benzerlikler güme gider, ırksal çatışmadan sınıfsal çatışmaya geçiş, olaylara tepeden bakan anlatıcının aşırı hızıyla bulanıklaşır. Propaganda tam gaz devam etmektedir, çocukların eline “aşı” yazan balonlar verilir, halk nihayet tepki gösterip balonları patlatır, sağlık ilanlarını parçalar. Bir kısım insan aşının yararına inanır, inanmayanları ikna etmeye çalışır, oysa daha önce de felaket getirmiştir aşı. Rüşvet yiyen bürokratlar sayesinde ilaç şirketleri aşı üzerine aşı üretmiş, Bazid’in insanlarını hedef almıştır, sayısız çocuk ve kadın ölür bu yüzden. Dürüst bir doktor şahit olduğu ölümlerden sonra dayanamayıp olan biteni birkaç kişiye aktarır, kısa süre sonra yakalanıp döve döve öldürülür. Kıvılcımı çakmıştır neyse ki, insanlar bir cesaret karşı çıkmaya başlarlar ve dönüşümü başlatırlar.

Sisé çıkar ortaya, toplumsal perspektife tekil bir gözlemci. Bacaklarının arasındaki canavarı görünce korkmaz, aksine yakınlık duyar. Bu yakınlık yine lüzumsuzca tekrarlandıktan sonra Sisé’yi arkadaşıyla birlikte görürüz, kısır kalmaktan korkan arkadaşı paranoyaklaşmış, akıl sağlığını yitirmiştir adeta. Toplumun o anki temsili, Sisé’nin babasıysa geçmişten gelip geleceğe uzanacak bir acı: defalarca sürülmüş, işkence görmüş bir adam. İlk aşı dalgasında kızlarını aşılatmış, Sisé tek bir aşıyla yırtmışsa da bacağının hissizleşmesini gidermek için uzun süre uğraşması gerekmiş. Baba etrafındakileri aşıdan uzak tutmaya çalışıyor, gerisi eziyetin tarihi. Sisé’nin özetidir: “Geçmişinde onca insan ölmüşken ve onca çocuk sakat kalmışken ve hâlâ halkı birçok kötü muameleye maruz kalıyorken küçük bir mutluluk zerreciği bile ona yakışmıyordu sanki. Bu yüzden suratı hep asıktı.” (s. 39) Arkadaşını dinlerken tanrıyla konuşmaya başlar Sisé, eleştiri kuşağı. Ardından bir eleştiri kuşağı daha, anlatıyı mahveden şeylerden biri: “Cinsel özgürlüğün olamadığı bu toprakların onmaz acısıydı canavarın gözlerinde gördüğü şey. Bastırılmış bu körpe cinsellik, canavarın keskin dişlerinin arasında intikamını gözleyen bir düşman gibiydi ve savaş için hazırladığı kalkanlarını bile oracığa atıvermiş, meydana çırılçıplak, olduğu gibi, bütün acısıyla çıkmıştı.” (s. 48) Kafamız yarıldı resmen. Sisé canavarıyla oynar, mahluk uysallaşır, böylece koca bir açıklama bölümü, bilgi topağı olmadan da yüksek ihtimal anlaşılabilecek bir cinsel barış evresi başlar. Dışarıda kan gövdeyi götürmekte, devletin silahlı kuvvetleri canavarlarını serbest bırakan insanları vurmaktadır. Tam bir keşmekeş, düşenlerin yerini hemen yenileri alır, dönüşenlerle dönüşmeyenler arasında başlayan çatışma son raddesine varır. Ufuk açıcı, spektaküler bir değerlendirme, ortada bir yerde bulunsun da hâlâ ne işler döndüğünü anlamayanlar aval aval bakınmasın: “Dönüşüm katıksız bir özgürlüğü hedefliyordu. Sıfatların, kimliklerin, sınırların ve sınıfların olmadığı, yöneten ve yönetilenlerin barınamadığı, paranın hâkimiyet kuramadığı kardeşçe bir dünyaya yöneliyordu. Otoritenin çılgınlıkları, yasaklar ve cezalar insanların çığlık atmasına sebep olmuştu.” (s. 54) İşçilerin tam anlamıyla kol kola direndiği büyük hareketleri anlatan Grev!‘de bile böyle bir alenilik yoktu ki o kurgu dışı bir metin, kurmacanın dinamikleri bu açıklığı hiç kaldırmıyor. Zaten niye kaldırsın, bu yüke ne gerek, eylemler her şeyi ayan beyan ortaya koyarken. Şimdi böyle bir hareket ortaya çıktıktan sonra tepkiler çoğalacak tabii, mesela evcil hayvanlar o kadar da evcil olmadıklarını gösterecekler, mesela bir köpek ne olduğunu “fark edip” sahibinin kıçını ısırmaya yeltenecek, kaçıracak adamı. Dönüşenlerin ırkı, dini, hiçbir şeyi kalmayacak, sonsuz bir kardeşlik duygusuyla bir araya gelerek kendi var oluşlarına dahi isyan edecekler, ediyorlar, vurulup düşüyorlar ama tükenmezler kırmak ilen, anlatıcı da ders vermekten vazgeçmez, bir paragraf var ki evlere şenlik. Alıntılamak istemiyorum, pek çok soru yer alıyor bu paragrafta, bazı şeylerin neden öyle olduğuna dair sorular, mesela demokrasilerin diktatör ürettiğini neden anlamıyoruz, neden her adımımız bir heykele çarpıyor, böyle şeyler. Bu heykel bahsine Sisé’nin çocukluğunda rastlıyoruz, gittiği okulda bir öğrenci heykelin önüne sıçmış, müdür kimin sıçtığını soruyor öğrencilere. Bok ve heykele dair bir iki beyin fırtınası, heykellerin sembolize ettiklerinin sorgulanması, sonra elle toplatılan bok. Devlet ve okul terörü, tamam. Araya dereye sıkıştıran yan hikâyeciklerle Batı’daki şehre dair sorgulamalar da tamam, oraya gelelim. Sisé çatışmalardan sağ kurtulup Batı’daki özgürlükler şehrine doğru yola çıkar, yedi gün yedi gece aç ve susuz yürür, masal âlemine girip çıkar diyebiliriz. Kabusa düşer yine, şehir de pek öyle matah değildir. Orta-üst sınıf bir ailenin bakış açısından gördüğümüzle anlarız bunu, çiftimiz davet ettikleri tanıdıklarıyla hoş zamanlar geçirirler, sonra kodaman abimiz Doğu’daki insanlarla ilgili bayat fikirlerini söyler, eşi aslında her şeyin kendilerinden gizlendiğini savunur, öldürülenlerin tarafındadır. Adam kızar, eşini sindirmeye çalışır. Sahne adeta, özenle kurulmuştur, karikatür tipler sokak röportajlarındaki insanları canlandırırlar. Değişmeye de başlarlar yavaş yavaş, canavarlar o çok korunaklı, parlak şehirde de ortaya çıkmaya başlayınca yangının önü alınamaz, isyan dalgası Batı’da da görülmeye başlar ki görülmelidir, o özenilen Batı özgürlüklerin değil, benzer tutsaklıkların diyarıdır. Elit abiler tanrıya yakarırken anlatıcı hemen atlar: “Ama bilemezlerdi ki tanrı yardım etmeyendir. Tanrı yardım ederek aşağılamaz kendisini var eden var ettiklerini.” (s. 120) Hikâyeyi bölüp eşsiz fikirlerini kaktığın için teşekkürler anlatıcı. Ne olur, Sisé memleketine döner ve arşa yükselmiş özgürlük höykürüşlerine katılır, dünya çayır çimen olur. Nihayetinde tatlı canavarı Sisé’nin boynuna yapışacak, devrim kendi çocuğunu yiyecektir. Bir de afilisinden açıklama çakacaktır anlatıcı, boğazına geçmiş dişleri umursamadan konuşan Sisé seyircilere ısırılmanın anlamını açıklar.

Çok iyi fikir, çok kötü uygulama. Uyguna bulunursa okunabilir, onun dışında tavsiye edemeyeceğim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!