Dinçer Sümer ömrünü tiyatroya vakfetmiş, tiyatroyu hem oynamış, hem öğretmiş, oyun üzerine oyun yazmış bir kültür emekçisi, bir tutkun, adeta bir tiyatro adam. İzmir’de doğmuş, tiyatro okumak için Ankara’ya gidene kadar İzmir’i ruhunun zeminine balyozla çakmış, 1940’larda geçen çocukluğunu İzmir’e bulamış, kısacası İzmir adam. İki öge birleşince ortaya çıkan sonuç vasattan hallice gerçi, yaratılan anlar tiyatronun dinamiğinden çorlandığı için okunmamalı da izlenmeli sanki, bir de yetişkinliğin kapkalın sesi anlatıcımız zıpır Osman’ın sesine hiç uymadığından iyi bir roman değil bu, yine de o yılların havası suyu, meydanı sokağı, insanı doğası kaplıyor metni, güzel bir imbat -kıps- esiyor. Bilindiği gibi kötü imbat da esebilir, nedir, esmesini istemediğimiz zaman esen imbat kötü imbattır ama burada esmesine ihtiyacımız var, sırf Sümer’in ayarlayamadığı tansiyona, ucuk gucuk yerleştirdiği gerilim noktalarına kalırsak romanın sonu gelmez, camı açıp “Cankurtaran yok mu?” diye bağırmak zorunda kalırız. Kalmıyoruz, seksen yıl öncesinin İzmir’ine gidiyoruz, Kadifekale’de, Karşıyaka’da, Germencik’te dolanıyoruz bir güzel. Buraları da hiç bilmem, aslında İzmir’i hiç bilmem, çocukken annemle bir kez gitmiştik, bir de on dokuz yıl önce Sağlık Bakanlığı’nın Urla’daki tesislerine gidip iki hafta kalmıştık yazın, Karantina Adası’na. Sabah akşam denize girmiştim, sonra bir gün ajans haberlerinde sınav sisteminin değiştirildiği, boku yediğimiz söylenince bu yemeyi/yemeği tartışmak üzere arkadaşları aramıştım. Sevmiştim İzmir’i o kez, İzmir dediğim de Urla’yı. Başka hiçbir yerini görmedim, otogara giderken çıktığımız yokuşlu yoldaki apartmanların arasından görünen deniz çok güzeldi. Ben hiç bilmiyormuşum ya İzmir’i, eş dost da yok ki gidip gezinelim, anlatsınlar şurası şöyle, burası böyle diye. Neyse, Sümer’in romanında bıcırık Osman’ın apaçık, pasparlak dünyasına misafir oluyoruz. Kadifekale’nin en has yerlerinden birinde oturuyor Osman, babası Mustafa demiryollarında memur, anası Nazife evi çekip çeviriyor, eşini de oğlan kabul edersek iki oğlanı da çekip çeviriyor, gerçi sokakta herkes birbirini çekip çevirdiği için sosyal aileyi andıran bir yapı var, Osman arkadaşı Bilal’in yanına gittiği zaman Bilal’in annesi hemen iki çiğ börek çıkarıp karınlarını doyuruyor, ikmale kalan Aydın ders çalışırken Osman’ı görürse hemen yanına çağırıp gazoz ısmarlıyor, muhabbet ediyor, herkes herkesten mesul. Sahne sahne bölümlere ayrılmış bu roman, ilk bölümde aile saadeti. Sultanhisar’dan ballı bardacık -ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok- getiren Mustafa oğlunu havaya atıp tutuyor, o sıra Nazife’nin şikayetine şöyle bir mukabele ediyor çünkü ne olmuş Osman’la Bilal arkadaki dereye girmişlerse, hava sıcak, oğlanlar küçük. Hasta olmasa iyi olur ama Osman, haftaya sünneti var, aile teyakkuzda. Sokak teyakkuzda hatta, gün yaklaştıkça kadınlar evde toplanıp elbise dikecekler, erkekler çocukları alıp gezmelere gidecekler. Komşuların biri ikisi mühim, Güldem’le Fuat zirzop çift kontenjanından girmişler metne, kızları Perizat tap tap koşturuyor ortalıkta, tam şenlik. Hikâyeleri çarpılacak sonradan, Güldem’in İzmir Radyosu’na girmek için sınavlardan geçmesi gerekirken bir türlü muvaffak olamaması yüzünden içinde büyüyen ukdesi Burhan Bey’e yanlamasına yol açıyor, Nazife sürece hakim olduğu için Güldem’i defalarca azarlasa da Güldem en sonunda Perizat’ı da alıp beyefendinin ofisine gidiyor, nazikçe dile getirilen seks teklifini tükürük ve hakaretle savuşturup evine dönüyor, Nazife’nin lafından çıkmıyor artık. Musiki okulundan bir hocasının aracılığıyla sahneye çıkmaya başlayınca yine Nazife’nin uyarılarıyla cebelleşiyor ama ablasının içini rahatlatmayı biliyor, Fuat hapse girdiği için para kazanması lazım, kazanacak, kimseye el açmadan yaşamayı becerecek. Evine polisler dadandıktan sonra kararı kesin, Fuat bir süre olmayacak ortada. O da başka hava, Fuat’ın çalıştığı yerde toplu işten çıkarmalar önceleri Fuat’a vurmadıysa da o gün geliyor, Fuat arkadaşlarıyla birlikte patronun karşısına dikiliyor. Hakaretler, itişmeler, sonra Nuh bıçak çekiyor, adamın üzerine yürüyor, patron merdivenlerden paldır küldür. Taksirle öldürme suçundan 1 yıl 3 ay ceza yiyor Fuat, anlatıdan şutlanıveriyor. Zaten yoktu, var gibiydi ama ağırlıksızdı, çıkmasıyla hiçbir şey değişmedi, varken varlığı belirsizdi, polise de Mustafa sayesinde teslim oldu yoksa kaçıp duracaktı. Taksiyle evine geldiğini görenler ihbar etmişler de bahçe duvarından atlayıp bizimkilere sığınıyor Fuat, Mustafa’nın telkinleriyle teslim olmaya karar veriyor. Üstünde jilet bir takım, ailesine bizimkiler göz kulak olacak, tamamdır. Biraz derinleşseydi mevzu, hani işçilerin mücadelesine dair bir şeyler görseydik iyiydi, Osman her şeyi dikizleyip anlam vermeye çalıştığı için çocukça da olsa aktarırdı olan biteni. Bu durumda kodamanlara karşı çıkanların hapishaneye düşeceğinden başka bir fikir yok, dandik.
Bizimkilerin hikâyesi yine zayıf, anlatı boyunca sürdüğü için temeli sağlamlaştırıyor en azından. Son bölüme kadar gizemlerin tümü çözülmüyor, çözülenler de üfürükten, hikâyeye çatı olsun diye. Sünnet törenine birkaç gün kala Efe Dede geliyor kırmızı arabasıyla, torununu görmek istiyor ama camdan kirece kesmiş yüzünü gördüğü kızının bakışları sekiz yıldan sonra hiçbir şeyin değişmediğini gösterdiği için uzamak zorunda kalıyor Efe. Hazırlıklar için yolladığı 5 bin papelle ailenin kirada oturduğu evden iki tane alınabilir, parayı olduğu gibi geri gönderiyorlar. Nazife mütemadiyen ağlıyor, babasını görmek istiyor ve istemiyor çünkü henüz affedememiş, eşinin durumuna dayanamayan Mustafa gidip aralarını düzeltebileceklerini söylüyor, o fedakârlığı yapabilir eşi için. Hayır, henüz değil, karanlıklar yavaş yavaş aydınlanacak. Mustafa’nın koşarken topallamasına yol açan arızası, Nazife’nin affa yanaşacak gibi durmaması şöyle: Mustafa demiryollarında çok genç bir memur, Nazife daha da genç bir kız, Efe Dede çiftlik sahibi bir ağa. Klişe hikâye işte, kızla oğlan birbirlerini görüp âşık oluyorlar, Efe oğlanı elinin tersiyle uzaklaştırmaya çalışırken oğlan mektup yazıyor, kız mektup yazıyor, kaçmaya karar veriyorlar. Oğlan bir kez daha Efe’yle konuşmaya çalışınca on sekiz yaşındaki Yusuf silahını çıkarıp yere sıkıyor, kurşun sekip Mustafa’nın topuğunu parçalıyor, kemikler yanlış kaynayınca Mustafa koşamıyor falan. Evleniyorlar, çiçeği böceğiyle çok güzel bir ev tutuyorlar, Osman doğuyor, mutlu mesut yaşıyorlar. Efe’nin aklı başına geç geliyor, damar tıkanıklığı yüzünden hastaneye kaldırıldığında haber uçuruyor. Mustafa’nın yüreği elvermiyor torununu dedesinden ayrı koymaya, hafta sonları Nazife’ye yalan söyleyip ziyarete gidiyorlar. Ameliyatı başarılı geçiyor, Efe’nin bacağı kesilmiyor çünkü ameliyatı yapan doktorun ihtisası Avrupa’dan, bir de memleketi Yunan basınca Demirci Mehmet Efe’nin yanında düşman kovalamışlar, İzmir’e birlikte girmişler, eski dostlar yani. Sonuçta Efe kurtuluyor, kızıyla barışmak istediğini söyleyince Osman her şeyi anasına anlatıyor. Mutlu son. Numarası yok yani hikâyenin, karakterler o kadar yüzeysel ki figür olmaktan öteye geçmiyorlar, hani beni topuğumdan vuran adamla hiçbir şey olmamış gibi iletişim kurmazdım herhalde.
İzmir var, dönem var dikkat çeken, Eşrefpaşa’dan sonra Varyant’ı inerken İzmir’i seyrediyorlar, Münir Nurettin’i bile geçen yeni bir sanatçının plakları yayılıyor piyasada: Zeki Müren. Bilal sakızlardan çıkan numaralı resimleri biriktirip bisiklet kazanmaya çalışıyor ama 7 numara çıkmıyor bir türlü, sonra Bilal de kayboluyor ortadan. Subayla evlenmek sınıf atlama aracı olarak görülüyor, o mahalleden başka türlü çıkılamazmış gibi. Aydın okuyor, bir avukatın yanında çalışarak iş öğreniyor, kazanırsa hukuktan yürür. Aşağı yukarı böyle. Eskinin kokusunu almak isteyen okur.
Cevap yaz