Claudio Magris – Bir Kılıç Üzerine Çıkarsamalar

Spekülatif tarih acayip zengin, bugün Cixin Liu’dan Dinozorlarla Karıncaların Öyküsü‘nü okudum, evet, tarih öyle de olabilir, bilincin gelişebilmesi için gereken bazı fizyolojik nitelikler var ve dinozorlarla karıncalarda bu nitelikler yok ama olsun, yeriz. Magris’in metni yakın tarihten bir konuya odaklandığı için Doppler etkisi gerçeği o kadar eğip bükemiyor, yeterince uzaksa ve giderek uzaklaşıyorsa bozunan şeyler daha bir eğilip bükülürler de yakınlığın gerçekliği direnir. Korunması kolaydır, resmî kayıtlardan şahitliklere pek çok ögenin yardımıyla tarihe çiviyle çakılır, büyük hikâyedeki yerine yerleştirilir, tamamdır. Dikey değil de yatay bir genişlemeye maruz kalabilir, kurmacanın dahliyle kilometre taşlarının arasına insanlar, olaylar girer, ihtimaller doğar çünkü hiçbir şey kesin değildir o noktadan sonra, Hermann ormana giren lejyonları haber aldığında önceki gece gördüğü rüyayı hatırlamış, düşündüğünün aksine biraz daha beklemeden saldırmaya karar vermiş olabilir, aklına bir kıymık gibi batıktır kaygı ama Rigunth’un baltasını ayın ışığıyla yıkadığını görünce ataların çağrısını işitmiş, pusu kurmaya karar vermiştir. Bunları yazar bilir, Hermann’ın Roma lejyonlarını mahvettiğini tarih bilir, kurmacaysa her şeyi bilir. Kurmacanın yazardan daha zeki olduğuna dair bir yerde, nerede, bu metinde, Twitter’da bir şey okumuştum, metinle yazarın güçlerini birleştirdikleri bu tür anlatılar ikisini de aşan bir estetik değere ulaşabiliyor. Cercas’ın Bir Anın Anatomisi nam metni mesela, neçe hikâyedir, bileşimdir, takla attırır okuruna. Cercas bir gerçeği romanlaştırmaya çalışmanın kuramsal yanını da eşeliyordu orada, sağduyuyu elden bırakmayarak bir denge tutturmaya çalışıyordu, Magris çerçeveyi kurmacanın çizgisiyle oluşturarak diğer yana yaslanıyor. Anlatıcının yazdığı bir mektuptan ibaret metin, sırf Rahip Mario’ya anlatılmış hikâye. Anlatıcının da din adamı olması Hıristiyan teolojisinin ara ara ortaya çıkmasını sağlıyor ki sadece Krasnov’un belirsiz akıbetinin anlatımı olmaktan çıkarıyor olayı, anlatıcının perspektifinden görünenler Thomas Aquinas’ın şüpheyi eşelemesinin, Aziz Augustinus’un zamanı tümlemesinin de etkisiyle sıkışıp genişliyor. Arkadaşlarla oturup altmış yıl önceki lise günlerini anmak Krasnov’un Naziler için savaşırken gençliğinde Bolşeviklere duyduğu öfkeyi hatırlamasına bağlanabilir, şimdinin egemenliğinde uzak geçmişle daha uzak gelecek arasında bağlar kurulabilir, insanların duyguca aynılığı daha da kolay kılar bunu. Aynılaştırılması mı demeli, anlatıcı anlamanın bağışlamak olduğunu söylerken kendisiyle Krasnov arasında anlayış ilişkisi olduğundan bahseder. Ekim 1944’te Salesiani Cemaati’nin başrahibi Cioppi’nin teşvikiyle Carnia’ya gitmesinin istenmesi, Almanlarla Kazakların daha fazla şiddet uygulamamaları için aracı rolüne bürünmesi Krasnov’un trajik mücadelesini anlamasını sağlamıştır, gerisi hikâyenin tamamını öğrenme süreci, gerçekle kurguyu ayırma çabası ve hikâyenin karanlık yönlerini mantığa uygun hale getirme uğraşı. Büyük zahmet, belki de bu yüzden anlatıcı sözde emekliliğinden beri bir rahipler yurdunda küçük ama rahat bir odada yaşamaktadır, birkaç kitabıyla yetinip fazlasını istemez, öte tarafa geçmek dışında arzusu yoktur. Babalardan el alarak sorguladığı özgür irade, zaman gibi kavramları açarak hikâyesine altlıktır, yapılan iyiliğin ve kötülüğün önceden kararlaştırılmış olup olmadığını sorgulaması yeri gelince Krasnov’un kaybedilmiş bir davayı neden ölüm pahasına savunduğuna temel teşkil edecektir. Sarmallık var anlatıda ama belli belirsiz, yaşlı bir rahibin diz ağrılarından empatik veriye ulaşmak öyle höy diye gerçekleşmiyor, bu ağrıyı bir başka yerde anımsatacak düşünceyse, Krasnov’un kaderine iliştirmekse mutlak. Uzunca bir alıntıyla göstereyim: “Raporumdan 27 Ekim ile 4 Kasım arasında olduğunu gördüğüm o birkaç günlük soruşturmamada o aylarda gerçekleşen söz konusu trajedinin üzerimde derin bir etki bıraktığını anlıyorum. Carnia’yı arabayla, bisikletle ve yürüyerek gezerken çok şey gördüm ve en temel yönlerini sunduğumu sanıyorum. Ama raporumu okudukça ve zihnimde onu tamamladıkça, diğer ayrıntıları da öğrenme ve insanların veya belki de sadece meçhul isimlerin izini sürme zorunluluğunu hissediyordum; sanki sadece dokuz gün boyunca hayatımla kesişen o olay en hakiki tarihimi kapsıyor ve varlığımı yansıtıyordu.” (s. 12) Krasnov’un cephede veya cephe gerisinde yaptıklarından başka yazdığı metinleri de ele alır anlatıcı, romanlarındaki savaşçıların faşist, milliyetçi, fikirlerini Krasnov’da arayıp bulmaya, generalin motivasyonunu belirlemeye çalışır, sonuçta kendi vatanına ihanet eden bir vatan sevdalısını anlayarak kendi zihinsel kurtuluşunu da sağlama alacaktır. Nedir, daha en başta gerçeğin çarpıklığından mustariptir anlatıcı, Krasnov’un uzun beyaz sakalından bahsettiği raporunu o aylarda çekilmiş bir fotoğraf yalanlamaktadır. “Ayrıca Krasnov’un Carnia’ya daha sonra, Şubat 1945’te ulaştığını okudum, halbuki Kazakların istilası 4 Ekim’de başlamıştı, tarihçilerin bu konudaki güvenilirliğini ne kadar kuşkulu bulduğumdan daha sonra söz edeceğim. Artık generalin uzun sakalından bile o kadar emin değilim, gördüğüm için mi, yoksa yazdığım için mi hatırlıyorum, o subay bana geçmişten, Verzegnis’teki o sokaktan ve o saatten mi geliyor, yoksa önümdeki bu raporun satırlarından mı, emin değilim. O uzun beyaz sakalı görüyorum görmesine ama belki de o imgeyi yaratan sadece kelimeler ve daktilomda vurduğum harfler.” (s. 13) Mektubun başlarında şiirin yazılmasıyla yaşanması arasındaki farka da değinmişti anlatıcı, bir derenin şırıltıyla akmasını içinden dize dize çıkaramadığını, yine de içinde bir derenin şırıltıyla aktığını dize dize yaşadığını, aslında ikisinin aynı şey, aynı süreç olduğunu söylemişti, haliyle kurmacaya yenilmeye meyilli bir gerçeğin izini sürmek zorunda.

Tarihin boşlukları her türden bilgiyle dolabilir, yerel bir gazetede çıkmış haber veya evine yetişmeye çalışan bir yolcunun göz ucuyla gördüğü bir olayı yazdığı günlük, yeri ve zamanı gelince bilineni bambaşka bir hale getirebilir, işin ucunun nereye varacağını kestirmek mümkün değil. 13 Ağustos 1957 tarihli bir gazetede çıkan makaleye göre Carnia’nın bir köyündeki mezarlığa gelen üç Alman subay meşhur generali teşhis etmek ve naaşını nakletmek amacıyla mezarlardan birini açarlar, kalıntıları aceleyle bir kutuya koyarak yola çıkarlar. O naaş 1945’te partizanların kuşatmasından kaçmak ve Avusturya’ya ulaşmak için geri çekilmekte olan Kazak birliğine açılan ateş sonucu naaştır. Pyotr Krasnov’un mezarı olup olmadığı bile belli değildir kazılanın, söylencelerin etrafına çöreklenen gerçeklerin çeperlerine sızan söylenceler kesinliği imkansız hale getirir, mezardan çıkan kabzanın Krasnov’un kılıcına ait olduğu söylense bile kasten mezara atılması da kuvvetli ihtimaldir, müttefiklerin güvenilmezliği ve hedef şaşırtmanın dayanılmaz hafifliği yüzünden hakikat kalınca bir perdenin ardında kalmıştır. “Ben hakikati değil, hakikatin tahrif edilmesinin sebeplerini ve açıklamalarını arıyorum. Krasnov açısından da hakikat her zaman olduğu gibi tek, apaçık ve sade. İncil’de dendiği gibi, ‘Evet’iniz evet olsun, hayır’ınız da hayır’, o kadar.” (s. 19) Krasnov kaybetmeye mahkum olduğunu anladığı zaman tereddüde kapılmaz, ölümüne -veya dümenden ölümüne kadar savaşı sürdürür ama tarih o kadar apaçık, kararlı değil, Krasnov’un yanan Fiat’ı, arabadan çıkan romanı, Arjantin’e uzanan artçı ilişkileri, sadık adamlarının alavereleri ve düşmanlarının dalavereleri suyu iyice bulandırır, her ipucu yeni bir boşluğu gösterir, nihayetinde anlatıcı muhtemel sonları azaltarak en makul çıkarımlara ulaşır. Krasnov’un ölümü, hikâyenin noktası için akla yatkın senaryolar ama uydurulanın haddi hesabı yokken noktanın da ötesine taşan hikâye. “Sakınmamız gereken, kötülüğe doğru atılan ilk adımlardır zaten, bir kez başladık mı, patika nasıl olursa olsun, geri dönmek zor olur.” (s. 36)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!